25 Aralık 2013 Çarşamba

Ulan..

Ulan yazmayayım diyordum, ama insanda sinir bırakmıyorlar. Gezi olaylarında söyledik o kadar, gözünüzü açın dedik, göz göre göre yalan söylüyor dedik ama dinletemedik sesimizi. Yine kimse dinlemeyecek, ama yine de söyleyelim.

Bak kardeşim, sen öyle kefen giyip karşılamalara gidiyorsun ya.. Hani sen "dik dur eğilme, bu millet seninle" diyorsun ya.. Hah, sen onları söyledikçe, senin cebinden de birileri parayı götürüyor. Belki parti içindesin, belki onlar sayesinde iş buldun. Belki sen de birisinin hakkını yiyerek, kopya çektiğin sınavlarda devlette bir pozisyona yerleştin. Abdestinden emin olduğunu söyleyen başbakan, alenen birilerinin hakkının yendiği söylenen davada sırf iktidar uğruna birilerini kolluyor, koruyor. Sen ne yapıyorsun bu arada? Başbakanın söylediği abdest kelimesinden sonra kendinden geçiyor ve "aman ne müslüman başbakanımız var" diye seviniyorsun. Aç gözünü! Sana öğretilen müslümanlık nasıl bilmiyorum ama bana öğretilende kul hakkı yemek affedilir değil.

O kadar din diyanet peşindeydiniz, o çok saydığınız "hoca" bile artık "usta"nızın arkasında değil. İkisinin de derdinin din olmadığını hala anlamadınız ama. Size "abdest, namaz" derken, kendi tayfası milyar euro'luk rakamları telaffuz ediyordu. Ha bir de, sanki dinine laf etmişiz gibi, "para çalınmış" deyince "namazım tam" diye garip bir savunma yapıyor.

Az biraz gözünüzü açın da vicdanınızla düşünün.

1 Aralık 2013 Pazar

Eller Gider Ay'a

... biz yine kalırız yaya. Yıllardır ağzımızda bu tekerleme, zannedersem Neil Armstrong o meşhur sözünü söylediği günden beri kullanıyoruz. Tabi, gavur yapıyor. Eller Ay'a bile giderken biz daha otobüse binip eve gidemiyoruz.

Bilmiyorum takip ediyor musunuz, Asya ülkeleri ardı ardına uzay aracı fırlatıyorlar. Japonya'nın yıllardır süren projelerinden sonra, önce Hindistan Mars aracını gönderdi [4]; ardından da Çin Ay yüzeyini araştıracak aracını fırlattı [3]. Çin ve Hindistan'ı nasıl biliyoruz? "Aa, Çin malı mı, adidir o!" ya da "Hintliler ineğe tapıyo abi". Bizler burada asilzadeyiz, dünyanın en iyi milletiyiz, en düzgün siyaset, en hümanist dini anlayış, en ilerici bilimsel altyapı bizde sanki! Öyle ki, Diyanet İşleri Başkanlığı'na ayrılan bütçe 4 milyar TL olurken [1], dünyadaki bilimsel araştırmanın göbeği CERN'e üyeliğimizi 70 milyon TL fazla geldiği için iptal edebiliyoruz.

Kaçırdığımız çok önemli bir nokta var. "Dünya Devleti" gibi bir ideale sahip bir başbakan olsa da başımızda, dünyanın nereye gittiğini izlemiyor kimse. 1960'lardaki uzay yarışı yeniden başladı. Bu sefer işin içinde sadece ABD ve Rusya (SSCB) yok. Japonya, Çin, Hindistan, Avrupa Birliği ve hatta İran bu yarışın içinde olmaya çalışıyor. Amaç belli, uzayı kolonileştirmek. Öncelik Güneş Sistemi'nden başlayacak. Tabi, kolonileştirmenin değişik amaçları var. Google'ın kurucusu Larry Page, asteroidlerden maden çıkarma derdinde, Rusya ve Çin Mars'ı kolonileştirmek istiyor. Diğer devletler de bu kolonilerde söz sahibi olmak için bilgi ve deneyimlerini artırmaya çalışıyorlar. 



Biz ise, kızlı-erkekli evler, karma eğitim, Suriye ile savaş merakı, halkı ayrıştırma ve "bizden" kavramı ile sindirme derdindeyiz. 

Sanırım bizim dertlerimiz daha önemli.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Yolsuz'luk

Yılmaz Özdil gibi başlık atarak başladım yazıya, haydi hayırlısı..

Ankara'nın, ev fiyatı olarak en pahalı, muhit olarak en popüler semti Çayyolu'ndan bahsedeceğim. 400,000 TL'den ucuz ev bulmak çok zor, yolda giderken her an bir köşeden bir Porsche fırlayabilir, ya da bir milletvekili çocuğu ile burun buruna gelebilirsiniz.

Kısacası, kaymak tabaka burada..

İyi de, bu güzel evlere bu güzel arabalarla gitmek için yol yok bu semtte! Belediyelermiz sağolsun, yollarda kazılmamış yer kalmadı. Kazara bir Ferrari alıyor olsam, eve gidene kadar araç zaten paramparça olacak.

Yürüyelim desek, yollarda kaldırım namına bir şey yok. 

Sözün özü, medeniyet yok.

"Yol medeniyettir" diyen yetkililer, yolun sadece asfalt dökmekten ibaret olmadığını anlamalılar. Misal, yeni asfaltlanan bir yolun bağlantı noktaları da asfaltlanmalı. Misal, yeni asfaltlanan bir yolun refüjlerine güvenlik önlemleri alınmalı, bir apartman boyutunda "şarampol" bırakılmamalı.

Misal, yeni bir yol yaparken, inatla değil mühendislikle yapılmalı ve kepçeler hunharca ağaçları koparttığı gibi su borularını kopartmamalı. Su boruları patladığı için yol çökmemeli ve insanlar için yolda yürümek bile tehlike olmamalı.

Öyle işte..


Yılmaz Özdil gibi başlayınca öyle gidiyormuş be..

27 Ekim 2013 Pazar

Yollu Medeniyet

Hükümetin, medeniyet anlayışı ve halka medeniyet getirmesi genelde çok ses getiriyor. En son örneğini, kurban bayramında dana yerine ağaç kesen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı'nda gördük. Medeniyetin, sadece yüzlerce kamyon ve iş makinasının polis eşliğinde talan yaparcasına yol yapmaktan geçtiğini anlıyor başkan.

Yazıda bahsedeceğim yol, Ankara'da Anadolu Bulvarı'nın devamı olarak ODTÜ - Şap Enstitüsü arasından geçerek Konya Yolu'na çıkacak yol. Şunu söyleyelim: o yol oradan geçecek. 20 yıl önce planlanmış, ODTÜ ve Büyükşehir Belediyesi anlaşmış, çevreye en duyarlı ve en az hasar verecek yöntem seçilmiş ve planlama yapılmış. Burada bir sıkıntı yok. Ama, anlaşılan plan üzerine eklemeler yaparak listeye çıkarılan ve henüz itiraz süresi ve mahkeme kararı gelmeden yol inşaatı başlarsa; gecekondu yıkar gibi tel örgüler yıkılırsa, taşınması gereken ağaçlar parçalanırsa ve en kötüsü, bu yapılanlardan evsahibi haberdar edilmezse, işte orada medeniyetten bahsedilemez. Bu konu ile ilgili rektörlük açıklamasını mutlaka okuyun.

Medeniyetten en çok nasibini alan yol..

Bu duruma insanlar itiraz edince, vay efendim medeniyete karşıymışız da yol yapılmasını istemiyormuşuz. Sevgili AK arkadaşlar, demagoji yaparak haklıyı haksız duruma düşürmeyi siz iyi bilirsiniz, ama biz bunları yemeyiz. Yol medeniyet değildir, Roma döneminde olsaydı belki ama 21. yüzyılda medeniyeti bu basitliğe indiremezsiniz. Medeniyet, çoktan bitirilmesi gerekirken yirmi yıldır bitirlemeyen metrodur. Medeniyet, trafik terörü yapmak yerine insanların güvenli ulaşımını sağlaması gereken toplu taşıma hizmetidir. Medeniyet, en büyük rantın sağlandığı yerlerde yolların çukur içinde olmamasıdır. Medeniyet, insanlar bir şeye karşı çıkıyorsa onları döverek ateşe atmak değil, dinlemektir.

Bizde medeniyet.
Yarın öbür gün, İstanbul'da Marmaray açılacak. II. Abdülhamit döneminden beri düşünülen proje en sonunda hayata geçiyor. Yapanları tebrik etmek lazım, olması gereken bir projeydi. Tabi, umarım bu proje için gereken para, İstanbul'daki deprem hazırlıkları için gereken paradan harcanmamıştır. Olası bir depremde -inşallah zarar çok az olur- insanlar evsiz kaldıkları zaman Marmaray tünellerinde yatmayacaklar. İşte medeniyet, Marmaray projesini hayata geçirirken insanları depremde perişan etmemektir.

Ha unutmuşum, pardon. Siz medeniyeti de bizden öğrenecek değilsiniz.

6 Ekim 2013 Pazar

Kutu Kutu Demokrasi

Başlığa aldanmayın, başbakanın büyük beklentilerle açıklayıp en sonunda dağın fare doğurduğu demokrasi paketinden bahsetmeyeceğim. Zaten ne olacağı belliydi, paketten hemen sonra benzin zammı artık alıştığımız olaylar.

Asıl olay, demokrasi paketinden sonra çıkan polis paketi. Habere göre, hükümet polisin yetkilerini artırmak için çalışma yapıyormuş. Neymiş, polisin şüpheli gördüğü herhangi biri, hakim veya savcı talebi olmadan gözaltına alınabilecekmiş. Yani, polis sizi yolda gördüğünde tipinizi beğenmezse, yanınızdaki kız arkadaşınıza laf attığında terslendiğinizde polis sizi gözaltına sorgusuz sualsiz alabilecek. Bu gözaltı süresi, 24 saate kadar uzatılabildiği için, o süre içinde hakim veya savcı kararının da alınması ve bu gözaltı süresinin daha da uzaması da pakete dahil. 

Tipini Beğenmedim - Temsili Resim

Paketin çıkış amacının muhtemel terör saldırılarını engellemek olduğu yazılıyor, fakat asıl amacının Gezi olayları sonrası ortaya çıkan halk muhalefetini sindirmek olduğunu anlamak zor değil. Futbol maçları öncesinde ve tribünlerde bu sindirme işlemi çoktandır başlamıştı. Hoş, çantada deniz gözlüğü bulundurmanın suç sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz, daha ne bekliyoruz ki?

Halkından korkan iktidarlar her zaman şiddete, polis kuvvetlerine bel bağlamıştır. Diktatörler ya da henüz diktatör olamamış "demokratik" liderler, sürekli polis yetkilerini yükseltmiş ve halk muhalefetini sindirmeye çalışmıştır. 

Neyse ki, bizim başbakanımız, ki kendisi açıkladı, bir diktatör değil.

Henüz..


12 Temmuz 2013 Cuma

Uzay Yolu'nu Neden Severim?

Beni bilenler bilir, Uzay Yolu (Star Trek) dizilerini, filmlerini, oyunlarını severim. Çocukluğumdan beri bu böyledir, Atılgan'ı, Mr. Spock'un kulaklarını, herşeyini çok sevdim. Öyle ki, ilginç bir şekilde dünyada ilk çekilmiş Uzay Yolu filmi olan "Turist Ömer Uzay Yolunda" filmini bile her televizyonda çıktığında izledim. Ortaokul - lise zamanlarımda, TGRT'de verilen "Uzay Yolu: Yeni Nesil" (Star Trek: The Next Generation) dizisini okuldan gelir gelmez açardım. Dizinin yayın saati değiştirildiğinde güzelce küfretmiş, evdeki artık kullanılmayan video cihazını kullanılır hale getirmiş ve her gün saatini programlayarak diziyi kaydetmeye, okuldan gelince de izlemeye başlamıştım. 


Peki, neden bu kadar sevdim ben bu Uzay Yolu'nu?

Uzay Yolu, "bilim-kurgu" olarak tanımladığımız sinema türünün kendisidir. Yani, sadece uzayda geçtiği için bilim kurgu filmleri arasına girmez, işin içinde bilim sonuna kadar var. Dizilerde ve filmlerde kullanılan teknolojilerin bir çoğu teker teker günlük hayatımıza giriyor. Babalarımız, dizideki otomatik kapılara hayranlıkla bakarken, biz şimdi dizideki büküm (warp) alanı yöntemi ile ışıktan hızlı gidebilmenin hesaplarını yapıyoruz. 


Sadece bu mu? Yani seride, filmlerde bilim var diye mi seviyorum ben bu diziyi?

Hayır tabii ki. Serinin yaratıcısı Gene Roddenberry, basit bir diziden ziyade, bir felsefe oluşturdu. Bu felsefenin, ütopya olarak nitelendirilmesi bile mümkün, fakat bu ütopya gerçekleşmesi zor bir ütopya değil. İçimizdeki insanlığı keşfedip o yoldan gittiğimiz zaman ulaşılabilecek bir hedef.

Her ne kadar, seride "Üçüncü Dünya Savaşı"na bağlansa da, dünyanın ortak bir amaç uğrunda bir araya gelmesi ve birleşik bir Dünya kurulması, aslında işin başlangıcı. Şimdiki komplo teorileri, illuminati, yeni dünya düzeni gibi dünyayı tek bir çatı altında toplayacak distopyalardan farklı olarak, Birleşik Dünya (United Earth) kavramı, ekonomik ve siyasi değil, bilimsel temelli ve insanlığın gelişmesini ön plana alıyor. Yani, Birleşik Dünya, birkaç ailenin hegemonyasında değil, bütün dünya halklarının ortaklığında yönetiliyor. Aynı zamanda, bildiğimiz kapitalist ekonomi Uzay Yolu evreninde geçerli değil, yani Birleşik Dünya'nın temelinde ekonomik güç de yok. Seride çok fazla ekonomiden bahsedilmediği için bilemeyorum, fakat bildiğimiz para Birleşik Dünya'da (ve sonrasında Fedarasyonda) geçerli değil, ve insanlar para için çalışmıyorlar.

Tamam, iş siyasi değil, ekonomik de değil. Ama neden?

Günümüzde, hepimiz çalışıyoruz. Önümüzde hedeflerimiz var, daha büyük bir ev, daha büyük bir araba, daha çok şundan, daha pahalı bundan almak için çalışıyoruz. Yılda bir hafta deniz kenarında güneşlenebilmek için çalışıyoruz. Çalışmamızın tek amacı para kazanmak. Ne kendimize bir şey katıyoruz, ne de bizden sonrakilere iyi bir gelecek bırakmaya uğraşıyoruz. Hayatımızı bir kısır döngüye soktuk, kendi ellerimizle dünyayı yok ediyoruz. Uzay Yolu hikayesinde de aynı dönemler mevcut. Her ne kadar günümüzde pek gündemde olmasa da, genetik mühendislik yolu ile güçlendirilmiş insanlar yüzünden çıkan ilk savaş (Eugenic Wars) ve daha sonra Üçüncü Dünya Savaşı ile bu günümüzdeki yaşam tarzı sona eriyor. Pek güzel bir gelecek değil, ve inşallah bahsedilen Üçüncü Dünya Savaşı yaşanmaz. Nükleer bir savaşı ve 600 milyondan fazla ölümü bu gezegen yaşamasın. Hikayede, bu savaşlardan sonra, insanlığı bu savaşlara yönlendiren güçler yıkılıyor ve yeni bir akım ortaya çıkıyor. Bu akımda, insanlar sadece insanlığın ortak geleceği için çalışmaya başlıyor. Tıp alanında, ilaç şirketlerinin ve özel hastanelerin kar amacından çok insan hayatı öne alınıyor ve kanser ve bir çok ölümcül hastalık tedavi ediliyor. Siyasi alanda, insan özgürlükleri ön plana alınıyor ve eğitim düzeyi yüksek bireyler ile özgürlükçü demokrasi yürürlüğe giriyor. Bilimsel anlamda, insanlar uzayı keşfetmeye ve insanlık onurunu ve bu birliği uzaydaki diğer ırklara taşımaya başlıyor.

Çok ütopik değil mi?

Ulaşılamaz değil. Savaşa ihtiyacımız yok, akıllı yöneticilere ihtiyacımız var. Güç kazanmak ve birilerine saldırmak sadece geçici bir iktidar sağlar, geleceğe sağlam temeller aktarmaz. Bütün ülkeleri yenmek işe yarasaydı, Roma İmparatorluğu'ndan Cengiz Han'ın İmparatorluğuna kadar hiç bir devlet yıkılmazdı. Paraya ihtiyacımız yok, sadece ekonominin güzel dengelenmesi gerekiyor. Yapılamaz değil, mesela, EVE Online adlı oyundaki ekonomi yönetimi, dünyanın en başarılı ekonomi deneyi olarak gösteriliyor. Birilerinin hırsı değil, sadece adalet, günümüzdeki tüketim çılgınlığını durdurabilir. Önce hastalığı oluşturup sonrasında ilacını satmak değil, gerçekten tıbbi araştırmalara kaynak ayırmak, günümüzdeki bir çok ölümcül hastalığın tedavisinin bulunmasına yardım edecektir. Sadece savaşlara ve bu savaşlarda kullanılan ilaçlara ayrılan parayı kanser araştırmasına ayırsaydık, en fazla 10 yıl içinde kanser tedavisi bulunurdu. Petrol ve benzeri fosil yakıtlar için harcanan emek, yapılan savaşlar, lobi faaliyetleri ve çevre felaketleri bir kenara bırakılıp, nükleer füzyon gibi enerji kaynakları geliştirilseydi, Güneş Sistemi'ni kolonileştirmeye başlamıştık. 50 yıl önce Ay'a gidildi, uzay macerası öyle kaldı.

İşte bu yüzden seviyorum Uzay Yolu'nu. Sadece teknolojisi değil, felsefesi de günümüzde uygulanabilir. Sadece biraz cesaret ve birlik gerekiyor.

11 Temmuz 2013 Perşembe

İntikam Demokrasisi

Mevcut AKP hükümeti, iktidara gelmeden önce de, geldikten sonra da ağzından "İleri Demokrasi" tabirini düşürmedi. Ülke olarak, yıllardır demokrasinin geri haline bile razı iken "ileri" olanı bir çok kişinin ilgisini çekti; bir çok sazan da yedi.

İktidar, güçtür. Güç insanı baştan çıkarır. Güç, insana, içip içip eski sevgiliye mesaj atmak gibi, normalde yapmayacağı şeyleri yaptırır. Güç, intikam dürtüsünü ateşler. Güç, kıllanmaya sebep olur.

İktidara geldiklerinde, cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer idi. Sağlam bir şekilde Köşk'te oturup, noterlikten ziyade, gelen yasaların hukuka uygunluğunu inceler ve ona göre karar verirdi. İkinci kez gelen yasa tasarısını kabul etmesi gerektiğinden, zorunluluktan kabul eder ve hemen arkasından Anayasa Mahkemesi'ne gönderirdi. O zamanlar, Anayasa Mahkemesi'nin başında, hukuk fakültesi mezunu bir başkan vardı. Sonra, hem cumhurbaşkanını hem de Anayasa Mahkemesi başkanını değiştirdiler. Artık yasa çıkarma konusunda sıkıntı olmayacaktı.

Ama yemedi, hukuk sistemi karmaşık ve köklü olduğu için, tek bir mahkeme başkanını değiştirerek bütün işi halledemediler. Hukuk sistemine el atmak lazımdı. 12 Eylül'ün ekmeğini yemeyen bir AKP mi kalacaktı, onlar da "darbeciler yargılansın" yasasının içine üçyüz farklı madde koyarak, "yetmez ama evet"çilerin sayesinde, yüksek yargı organlarına doğrudan hükümetin üye atamasına olanak sağladılar. Çok büyük etkileri oldu bunun, mesela 20 küsür kişinin tecavüzüne uğrayan bir çocuğun "psikolojisinin bozulmadığına" bu amcalar hükmetti. Yargı ne derse o, pardon, şeriatın kestiği parmak acımaz. 

"Yetmez ama evet"çiler. Size çok pis gıcığım.

Bu kadar hızlı gitmeye rağmen, hala korktukları bir yer vardı: ordu. Daha önce, önderleri Adnan Menderes'in, benzer yöntemleri uygulaması ve sonunu bildikleri için, askerden kurtulmaları lazımdı. Askeri yargıyı kaldırarak sivil yargının içine karıştırdılar. Yani, askerleri artık askeri konulardan anlamayan sivil yargıçlar yargılayabilecekti. Sonra, nasıl yaptıklarını çözemedim ama, kuvvet komutanlarının bir anda istifa etmesi ile, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, teammüllere aykırı davranılarak (hülleyi saymıyorum), Jandarma Genel Komutanı, Genelkurmay Başkanı olarak atandı. Artık hükümetin emrinden çıkmayacak bir ordu emir ve görüşlere hazırdı.

Normalde, demokrasilerde, basında bir çok ses bulunur ve en okkalı olanları da hükümeti yeri geldiğinde sert bir şekilde eleştirir. Tabi bu normal demokrasilerde olur. İleri demokrasilerde böyle olmadığını AKP hükümeti sayesinde öğrendik. İleri demokrasilerde önce medya patronlarının vergi kaçırmalarına ve kanunsuz yapılanmalarına izin verilir. Medya azıcık palazlanıp hükümete giydirmeye başladıktan sonra, vergi borcu şantajı kullanılarak patronlar dizginlenir. Cem Uzan'ın bütün mal varlığı bu sayede Türk varlığına armağan oldu, hatırlarsınız. Artık, medya öyle bir yalakalık moduna girdi ki, telekinezi ile yalamayı deneyenler bile var.

Türk Medyası

En son da sivil toplum kuruluşlarına el attı hükümet. Yeni yasaya göre, Türkiye Tabipler Birliği (TBB), Türkiye Mimar ve Mühendisler Odaları Birliği (TMMOB), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) gibi, sivil hayatın en büyük oluşumlarının anayasal hakları ellerinden alınıyor ve bakanlıklara devrediliyor. Yani, artık halk sağlığına aykırı bir hükümet hareketi olursa TBB karşı çıkamayacak. Şehirlerde, haksız rant sağlayacak veya şehirleşmeye aykırı belediye hareketlerinde de TMMOB dava açamayacak. 

Ya da, şu söyleniyor: siz #direngezi gibi hareketlere destek verirseniz, biz de sizin bütün haklarınızı elinizden alır ve sizi dımdızlak ortada bırakırız.

Hala bu hükümetin demokrat olduğunu düşünüyorsanız, lütfen bana da anlatın. İleri demokrasi benim için çok ileri, benim gördüğüm şey sadece intikam demokrasisi.

22 Haziran 2013 Cumartesi

Uzay Gemisi Yapalım

Ekonomi bakanı Zafer Çağlayan, bir röportajında "Uzay gemisi yapmamızı engelliyorlar" şeklinde bir beyanat vermişti, hatırlarsınız. Hatırlamayanlar için, gazete küpuru aşağıda:

Gazetede çıkan haber

Bu gazete haberine dayanarak, eğer ki 28 Şubat, 27 Nisan veya 31 Mayıs Gezi Parkı olayları olmasaydı, uzay gemisi yapabilecekmişiz. Peki, bu olayların olmadığını varsayarak, bir uzay gemisi yapmak için ne gerekir, biz nasıl yapabiliriz, ona bakalım.

Öncelikle, şunu belirteyim, sayın bakan, "Uzay Mekiği", "Uydu", "Roket" değil de, "Uzay Gemisi" dediği için, düşündüğü şeyin, Uzay Yolu'nda görmeye alıştığımız Atılgan (USS Enterprise) veya benzeri bir uzay aracı olduğunu düşünüyorum. Zaten, haberdeki resimde de Atılgan kullanılmış.

Uzay Gemisi - Temsili Resim
Bu gemiyi, yeryüzünde inşa etmek çok maliyetli olacağı için, uzayda inşa ettiğimizi varsayalım. Bunun için, uzaya çıkabilecek bir aracımız (roket, mekik) olduğunu, bu araçla insan gönderebildiğimizi de varsayalım. Sonuçta, bunlar dünya üzerinde olan ve bilinen teknolojiler, 50 yıl önce kullanıldı. Son 10 yıldaki ekonomik gelişme sayesinde ülkeye giren para ile bu teknolojiler çok rahat alınabilir diye düşünüyorum.

Bu varsayımladan sonra, gelelim işin teknolojik kısmına. Temsili uzay gemimizde, herşeyden önce, yaşam destek sistemi olması lazım ki, oraya göndereceğimiz Türk vatandaşları ölmesinler, şeker de yiyebilsinler. İşin havalandırma sorununu kolay çözeriz diye düşünüyorum, sadece Kuzey İstanbul Otoyolu için kesilen ağaçları (300,000 civarında olduğu söyleniyor) alıp gemi içinde yaşatarak gerekli oksijeni sağlayabiliriz. Su ve atık yönetimi için ise kime gideceğimizi çok iyi biliyorum.

Yaşam Destek Sistemi İnşaatı - Temsili Resim
Uzay gemisinin gövdesi, köprüsü ve kamaraları için de çok sıkıntı çıkacağını zannetmiyorum. Malzeme kalitesi uzay görevleri için uygun olup olmadığını bilmiyorum, ama gerekli ayarlamalar ile TOKİ inşaatlarını uzay gemisi haline getirebiliriz. Köprü inşaatı için, ceylan derisi koltuk kaplamaları ve avizeleri nereden alacağımızı da çok iyi biliyoruz. Tabi, geminin alt katları, motor üstü odaları da, uzaya çıkmaya gücü yetmeyecek ama devletimiz sayesinde bu imkandan da faydalanacak insanlara kura usulü verilecektir. Korkulacak bir şey yok, uzayda sel tehlikesi olmadığı için burada yaşayacak insanlarımıza bir şey olmayacaktır.

Uzay gemisinde yaşanmayacak görüntüler
Motor üretimi için, ülkemizin zaten harekete geçtiğini biliyorum. Yerli otomobil üretimi için motor üretimi ile başlayarak, gerekli deneyimi kazanmış ve yerli uçaklarımızı gökyüzünde uçurmaya başlamıştık. Böyle miydi bu iş, yoksa yerli otomobil ve uçak için motor dışarıdan mı alınmıştı, hatırlayamadım. Ama, çok kısa zamanda bu işin de üstesinden gelerek, hem nükleer yakıt hem de LPG ile çalışabilecek yerli uzay gemisi motorunu 3 ayda yapabileceğimizi biliyorum. Bilboardları şimdiden görür gibiyim.


Motoru yaptıktan sonra, bu motora yakıt koyma işinin de çok kolay halledileceğini düşünüyorum. Ülkemiz, enerji akışının geçiş noktası, petrol, doğalgaz borulardan akıyor. Ek olarak, iki adet nükleer santralimiz de yapılıyor. Hoş, nükleer teknolojiyi dışarıdan alıyoruz, hatırladığım kadarı ile Japonlar ve Ruslar bu santralleri kuracaklar, ama olsun. Gerekirse, parça parça söker ve teknolojiyi uzay gemilerimize uygun bir hale getirebiliriz.

Gemimiz hazır sayılır. Şimdi geldi bu gemiyi işletecek mürettebata. Çarkçılar, mühendisler, haberleşme ekibi, gözlemciler, güvenlik gibi görevler için eğitim programlarının açılması gerekiyor, ama uzay gemisi pilotluğu için bence çok fazla eğitime ihtiyacımız yok. 

Uzay gemisi pilotu - Temsili Resim
Bence sayın bakan haklı. 28 Şubat, 27 Nisan, Gezi Parkı gibi dış mihrakların parmağının olduğu olaylar olmasaydı, kesinlikle uzay gemisi yapabilirdik. Hatta, Güneş Sistemi'nin en büyük camisini, Mars'daki Güneş Sistemi'nin en yüksek dağı olan Olympus Mons üzerinde inşa etmeye de başlamıştık.

Gerçekten uzay gemisi inşa etmek mi istiyorsunuz? Hem de Atılgan'ı? Şurayı ziyaret edin: http://www.buildtheenterprise.org/









16 Haziran 2013 Pazar

Gidin AKP'ye Oy Verin.

Evet. Gidin AKP'ye oy verin. Gazla, tazyikle yeterince etkili öldüremiyorsunuz, yüzde bilmem kaç küsür alsın da kurşuna dizsin hepimizi.

O zaman da yine yalanlara maruz kalacaksınız. Camide bira içtiler demeyecekler, bu sefer size Suriye'de aleviler sünnileri kesiyor diyecekler. Cümbür cemaat oraya saldıracaksınız. İran nükleer silah yapıyor diyecekler. Cehennemi yaşamak pahasına gönüllü asker olacaksınız. Farkında olmayacaksınız hiç bir şeyin, çünkü gözleriniz çoktan karardı.

Elinizde ne din kalacak ne iman. Yalancının arkasından gitmenin cezasını çekeceksiniz. Bu dünyada olmazsa, o inandığınız ahirette çekeceksiniz.

Bunu size anlatmaya çalıştığımız zaman, "ama türbanlı bi kızı bilmem n'apmışlar" diyeceksiniz. Sizin için türbanlı bir kadın, başı açık bir kadının biber gazı yiyen çocuğundan daha değerli çünkü. Sizin için hasar görmüş otobüs durakları gözünü kaybetmiş insanlardan daha acıklı. Sizin için, devletin size sağlayacağı ihalelerden kazanacağınız rant, insan haklarına tecavüzü meşru gösteriyor.

Ve sizin için, iktidar hırsı ölülerin üzerinde yükseliyor.

Kusura bakmayın. İnsanların düşüncelerine, siyasi partilerine saygılı olmayı kendime düstur edinmiştim. Ama, savaşta bile yapılmayacak hareketleri yapma emrini veren bir siyasi parti liderini takip edenlere artık saygı duymayacağım.

Gidin mitinglerde diktatörünüzü destekleyin.

9 Haziran 2013 Pazar

Çok Kızdı

"Okullarda bunları öğretmiyorum, nerden öğreniyorlar bunları?" diyordur muhtemelen. Zeki bir topluluğa çattı bu sefer. Her söylediğine laflar hazır, sürekli yedikleri ayarlar internette. Sadece kendisi değil, kralcılığını yapan yandaşları da aynı durumda. Desteksiz atılan yalanlar teker teker ortaya düşüyor, hepsi de belgeli. Bu zekice ve altyapısı olan laflara, ezberindeki laflar yetmedi. Çok kızdı.


İnternet, cep telefonu çok iyi para getiriyordu. Yurtdışından telefon getirmeyi de zorlaştırarak, Türkiye'den satışı ve bu sayede fahiş ÖTV kazanmayı da güzel bir gelir kalemi olarak yazmıştı. Fakat, verilen ÖTV'lerin geri dönüşü çok acı oldu. 3G ihalesinde kazanılan paralar acı çıkıyordu. Cep telefonları ile olay yerlerinden canlı aktarılan fotoğraflar, videolar, her türlü yalan haberin önüne geçti. Yandaş medyasını kullanamadı. Çok kızdı.

Aşağılamaya çalıştı, hakaret etti. Sokaktaki hakkını arayan insanlara "çapulcu" dedi. Zaten daha önce "marjinal", "ayyaş" gibi sıfatları kullandığını biliyorduk, yeni bir terim bulması hoşumuza gitti. Onun gibi inatlaşacağımızı, hakaret davaları açacağımızı düşündü ama işler ters tepti. Çapulcu tabirini beğendik, sahiplendik. Chapulling şeklinde İngilizce'ye çevrildi ve bütün dünya öğrendi. Hakaret etme işi ters tepti. Çok kızdı.



Afrika'ya gitti geldi. Sandı ki o gelene kadar olayları çözeceklerdi, çözemediler. Biber gazı bitti, gazı yiyen bitmedi. Neyse dedi, bari adam toplayalım, gösteri yapalım. Gelişini sürekli geciktirdi, o geciktirdikçe ilçe teşkilatları SMS'lerle adam toplamaya başladı. Bütün belediye ulaşım hizmetleri seferber edildi - ki bunlar herkesin vergileriyle sağlanan hizmetlerdi - ve havaalanına adam topladı. Toplananların ellerine üç-beş kuruş sıkıştırıldı, gerekli fotoşoplamalar yapıldı, fakat sloganı tam tutturamadılar. Çok kızdı.


Dini ağzına dolamaya çalıştı. Camide içki içildi yalanını, toplu seks yapıldığı yalanını, tecavüz yalanlarını salmaya başladı yandaşları. Bizzat, kime sorsanız onun partisine oy vereceğini düşüneceğiniz caminin imamı yalanladı iddiaları. Üstüne üstlük, direnişçilerin arasına bazı aktivist müslümanlar girdi, kandil gecesi dua okudu, cuma günü namaz kıldı meydanda. Yine yandaşları bunları "zındık" olarak tanımladı ama kimse yemedi. Çok kızdı.



Son iki senedir, taraftarları, özellikle de Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarlarını birbirine düşürerek, çok iyi rant kazandı. Futbol liginin futbol kalitesi yükselmeden izleyici sayısı yükseltildi. Derbiler kızıştırıldı ki araya güzel yasa tasarıları girebilsin. Ama, birbirlerini son maçta öldüren taraftarlar bir araya geldi, birbirlerine destek oldu. Ayrıştıramadı, kendi eliyle birleştirdi. Çok kızdı.

Bu olayın amacı senin inadın dedik, kibirin dedik. Birşey demedi. Sadece, çok kızdı.

Bir soğuk bira içse geçer diyeceğim ama içmez biliyorum. Soğuk ayrana da eyvallah, naneli buzlu ayran da iyi gelir. Hararetini alır. Bu kadar kızmak iyi değil, sağlığa zarar.

Alakalı: Muhafazakar Kardeşim ve Taksim'de Biri mi Var? - Bizim Marjinallerdir..

3 Haziran 2013 Pazartesi

Muhafazakar Kardeşim

İnsanların öyle ya da böyle yaftalanmasına karşıyım, fakat sen kendine bu ismi uygun gördüğün için sana bu şekilde sesleniyorum.

Önce şu mağdur edebiyatını bir bırakalım. Sürekli muhafazakarlar ezildi, sürekli hor görüldük gibi hikayelere girme. Bu ülkede, 1950'den beri, Menderes'ten beri sürekli sağ partiler iktidarda. İnanmıyorsan bir bak. Sonra bana gelip de muhafazakarlar şöyle böyle ezildi diye çıkma. Sizin altyapınız olan imam hatip liselerini, kuran kurslarını onlar açtı, cemaatsiz köye camiyi onlar dikti. Kendinden önceki her şeyi "CeHaPe Zihniyeti"ne bağlama.

Kalkmışsın, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve kanunlarını, "ecnebi kuralları" olarak tanımlamışsın. "Ecnebi" kuralları derken "yabancı"yı değil, Batı'yı kastettiğini düşünüyorum, nitekim senin getirmek istediğin kurallar da "yabancı"ların kuralları.

Bu ülkede, kimse kimsenin namazına karışmaz - tabi ki riya içinde, birilerine yaranmak için namaz kılmıyorsa. Kusura bakma ama, patronuna, partilere yaranmak için, içki masasından kalkıp koşa koşa namaz kılmaya gidenleri gördü bu halk, samimiyet kayboldu anlıyor musun? Köşe bucak gizlenerek namaz kılmak zorunda kaldık diyorsun, haklısın, daha güzel bir şekilde ibadetini yerine getirebilmen gerekir, seni desteklerim. Ama, patronun, sadece sol elinde altın yüzük gördüğü için, "altın haramdır" diye düşünerek bir kişiyi işe almıyor fakat iş bilmeyip tek bildiği namaz kılmak olan bir adamı işe alıyorsa, işte bu kul hakkı yemektir. Sokağa dökülenler buna da karşı farkettin mi?

Yıllardır, hem başbakanınız hem de medyanız, sürekli hedef göstererek, sizin gibi olmayan insanları dışlamakta. Para ile imanın kimde olduğu bilinmez derler, ama siz, dinle ilgili herşeyi biliyormuş gibi, bu ağızların bizim gibi insanları "ataist" olarak yaftalamasına karşı çıkmadınız, hatta sinsice gülerek desteklediniz. Doğrusu "ateist" olmasına rağmen, içine Atatürk'ü karıştırarak, bile bile "ataist" dediniz. Güldük geçtik, ama iş ciddi, şakanın da bir sınırı var.

Muhafazakarlar da mı sokağa dökülseydi, öyle mi olur bu işler deme. Sokağa DÖKÜLMEDİNİZ! Korktunuz, daha da önemlisi, sinsice ilerlediniz. Arkanıza aldığınız cemaat, masum müslümanların paralarını toplayarak (İhlas, Deniz Feneri) size bir parti kurdu, siz de "demokrasi" ile iktidara geldiğinizi düşündünüz. O kadar gözünüz kapalı takip ettiniz ki bu partiyi, içindeki çatlakları, pislikleri dahi göremediniz. En basiti, başbakanın kendi kendisiyle çelişmesine bile ses çıkaramadınız. Kusura bakmayın ama, biz öyle koyun gibi takip etmeyiz siyasi liderleri. Sokağa çıkan insanların iyi kötü bir siyasi partiye oy atmışlığı vardır, ama hiç biri sizin kadar gözü kapalı değil. Sokağa çıkan insanların, sizin de gözünüzü açmaya çalıştığını unutma. Lütfen, aşağıdaki videoyu önyargısız, bağımlılık duygusu hissetmeden izle.



Darbeci, darbe isteyen insanlar olarak görme sokaktaki insanları. Hemen hemen hepsi, senden daha çok darbeden etkilendi. 12 Eylül'de benim babam içeri alınırken senin baban neredeydi? Neden sürekli, o darbeden sonra devlet ihaleleri sizinkilere gitmeye başladı? Haksız kazanç değil midir bu?

Tehdit eder gibi görünüyorsun bir de. Yok biz de sokağa ineriz, sizi bir kaşık suda boğarız, ülkücüler de inmek isterse ne olur diye. Ülkücüler inmedi mi sanıyorsun sen? Taksim'de ülkücüler namaz kılarken solcular onları polisten koruyordu biliyor musun?

Sen de yardım et. Ben senini namazına karışmayım, sen de benim içkime karışma. İçki içenleri alkolik olarak yaftalayıp, kendi partine oy verdiyse "alkolik değildir" deme. Ben senin oruç tuttuğun zaman yanında yemek yemeyim, sen de ülkenin kurucusuna, kurtarıcına ayyaş deme. Ben senin başını örtmene karışmayım, sen de onu ayrımcılık meselesi yapma. Kendi hayat tarzını, herkesin yaşaması gerekiyormuş gibi zorlama, ben de sana zorlamayım.

Hepsinden önce, şu "sen" ve "ben" ayrımını bitir. Bu ülke hepimizin.


Alakalı: Çok Kızdı ve Gidin AKP'ye Oy Verin

1 Haziran 2013 Cumartesi

- Taksim'de Biri mi Var? - Bizim Marjinallerdir..

İki ağaç kesiliyor diye hiç eylem mi yapılırmış ayol. Oradan iki kesildiyse başka yere yirmi iki ağaç dikilirmiş, hatta gerekirse fidanları eline verir evde saksına diktirirmiş.



Ne olduğunu anlamayan, daha doğrusu kendi tabanına olayları kendi istediği ve onların görmek istediği gibi anlatan bir başbakan var başımızda, ne yazık. İnsanlar, orada, medeni bir şekilde, tek kalan yeşil alanın ve oradaki 70 yıllık ağaçların sökülmesine karşı eylem yaptılar. Anlayın: ağaçları kesmeyin diye eylem yaptılar! Ama, sizin polisiniz, üç kişi bir araya gelse biber gazı attığı için hemen başladı biberlemeye. 

- Hey dostum, hadi biberleyelim!
- Kahretsin Mike, lanet olası federalleriz biz!

Yemedi ama, yemeyecek. Siz orada biberledikçe, suladıkça, bu işin boyutu değişti. Ağzınızdan düşürmediğiniz demokrasiyi istiyor bu halk, sürekli bekçisi olduğunuzu söylediğiniz özgürlüğü istiyor. Siz biberledikçe büyüdü, siz biberledikçe büyüyecek. Ve burada, ne bir siyasi parti, ne de bir ideoloji var. Yıllardır apolitik olarak büyüyen gençler indi meydanlara, emin olun o gençlerin %90'ı hiç bir siyasi partinin mitingine gitmemiştir. 

Kaç kişiyi öldürdünüz gazınızla, panzerinizle? Ben söyleyim, aşağıda bir tanesi var:

(Not: Bu arkadaş yaşıyormuş galiba)

Daha kaç kişinin canını alacaksınız? Kaç kişiyi sakat bırakacaksınız? Sizin lafınızla size yardımcı olayım: "Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz.". Bu halk Gazze halkı olsaydı hüngür hüngür ağlayacak adamlarınız nerede şimdi? Siz Suriye'deki muhalifleri desteklerken kahramansınız da, yabancı devletler bu halka destek çıkınca neden onlar tu kaka oldu birden bire?

Bu halk, diktatörlüğe karşı eylem yapıyor, anlayın! Siz inat edip "biz o topçu kışlasını ne olursa olsun yapacağız" dedikçe bu halkın inadı da bitmeyecek. Çünkü, o ağzınıza yakışmayan demokraside, halkın seçtiği insanlar ancak halkın isteklerini yapmakla yükümlüdür, yüzbinlerce insan sokağa dökülecek kadar bir şeyi istemiyorsa geri çekilmelisiniz. İçinizde azıcık da olsa onur olsa, yapacağınız hareket geri çekilmek olmalı.

Her türlü devlet kurumunu ele geçirdiniz, ona rağmen İdare Mahkemesi yürütmenin durdurulması kararını çıkarabiliyor ve siz bu karara kızabiliyorsunuz. Hani hukuku kendinize yontmuş ve artık "önünüzde engel kalmamıştı" ? Hala halktan yana karar alabilen mahkemeler var, demek ki o pis köklerinizi her kuruma salamadınız, salamayacaksınız.

Bu halk artık bir şeyden korkmayacak, emin olun. Ne kadar polis alırsanız alın, ne kadar vergimizi biber gazına yatırırsanız yatırın, bu halk uyandı. 

Alman ZDF kanalının sözlerini unutmayın: "Türkler savaşırsa olaylar değişir!"

10 Mayıs 2013 Cuma

Utanmazlığın Kanunlaşması

Padişahlık yasası, önce kıyak sonra hak gibi haberlerle gördük son kanun teklifini. Milletvekili amcalarımızın ne kadar da çok sorunu varmış, nasıl da muhtaç durumdalarmış bilememişiz. Trafikte kendilerine ehliyet ruhsat sorulunca inciniyorlarmış, o yüzden geçiş önceliği ve trafik cezalarından muafiyetleri gerekliymiş. Aldıkları maaş, tek dönemde emeklilik ve ömür boyu milletvekili maaşına eşit emekli maaşı yeterli değilmiş ki 2 senede emeklilik ile tek dönemde çifte emeklilik almaları gerekiyormuş. Maaşlarına da haciz koyulamayacakmış, koskoca milletvekiline haciz mi gidermiş canım!

Birbirlerine ölesiye düşman partililer bir anda kendi cepleri olunca can ciğer uzlaşıvermişler, komisyondan jet hızıyla geçmiş tasarı. Daha sonra, halkın tepkisi çok büyük olmuş, sevgili başbakanımız olaya el koymuş. Sözümona, herşeyden haberi olan başbakanın bu tasarıdan haberi yokmuş ve onun bilgisi olmadan komisyona gelmiş. Başbakan olaya el koyarsa biz durmayız diye diğer partiler tasarıdan imzalarını çekmişler. İki gün önce "arabam durduruldu, mağdurum" diyen milletvekilinin partisi imzayı çeken ilk parti olmuş.

"Cehalet Güçtür"

Utanmazlığın kanunlaştırılma çalışmaları bunlar. Hala "ileri demokrasi" diye biz yiyelim bunları. Demokraside, hiç bir şekilde bir zümrenin diğerine üstünlüğü olamaz. Bizim milletvekillerimizin yapmaya çalıştığı demokrasiden ziyade, siyasi partilerin ve meclis üyelerinin üstünlüğünün olduğu hatta kutsal sayıldığı, her türlü suç sayılabilecek hareketleri yapmalarına rağmen ceza almadığı bir distopya rejimi kurmak. Eminim birçoğu olayın farkında değil; onlar sadece kendi ceplerini düşünüyordur, sonuçta hepimiz önce kendi cebimizi düşünüyoruz. Fakat, kimse George Orwell'in 1984'ündeki gibi "parti" üyelerinin 1. sınıf vatandaş, geri kalanının maraba olduğu bir sistem kurmaya çalışmıyoruz.

Siz gidin, daha önce oy verdiğiniz partilere yeniden oy verin. Onların, daha çok "hak"lara ihtiyaçları var.

30 Nisan 2013 Salı

Şekerli Ayran

Son dönemlerde, iktidar, sağlığımızı ne kadar düşündüğünü iyice belli etti. Farketmemiş olamazsınız, öncelikle sigara yasakları ve ardından vergi zamları ile sigara tüketimi sınırlandırıldı. Ne yalan söyleyim, benim beklediğim bir uygulamaydı. Daha sonra, sayın başbakan, ekmeğe el attı. Beyaz ekmekteki tuz oranı indirildi öncelikle, daha sonra da ekmeklerde belli bir miktar kepek olması, ekmek satılan yerlerde her türlü (tam buğday, çavdar, vs) ekmek satılması için düzenlemeler yapıldı. Görünüşte iyi olsa da, bu düzenlemenin altında sürekli başbakanın bağırsak hastalığının olduğunu düşündüm, nitekim bağırsak sorunları olan hastalar daha lifli besleniyorlar. Neyse, az da olsa bir faydası olur dedim. En son da milli içkiyi ayran ilan ederek alkole savaş açtılar. İktidar fanatikleri de hemen, neredeyse 100 yıllık bira reklamlarını "tek partinin bira propagandası" olarak sosyal medyada paylaşmaya başladılar.

Reklamları izlediniz..


Buraya kadar yazdıklarıma bakınca, gerçekten iktidarın halk sağlığını düşündüğü hissiyatına kapılmamak elde değil. Fakat, aynı iktidarın çıkarmaya çalıştığı (çıktı mı bilmiyorum) Yeni Şeker Kanunu Tasarısı, halk sağlığının o kadar da önemli olmadığını, asıl önemli olanın ekonomik karlılık olduğunu ortaya çıkarıyor.

Yeni yasa tasarısına göre, nişasta bazlı şeker üretimi kotası, %10'dan %15'e çıkarılıyor. Yani, Avrupa ülkelerinin yasaklamaya çalıştığı, Polonya'da %2, tarım ülkesi Hollanda'da %0'a çekilen nişasta bazlı şeker kotası, sevgili ülkemizde %15'e çıkarılıyor. 

Peki ama, nişasta bazlı şeker nedir ve neden zararlı?

Nişasta bazlı şeker, mısırdan, özellikle de GDO'lu mısırdan elde edilen, pancardan elde edilen şekere göre daha ucuz bir şeker. "Glikoz şurubu" olarak da biliniyor, elinizdeki meşrubat kutusunun veya çikolata paketinin üzerine bakın, içindekilerde kesinlikle göreceksiniz. 

Ohh, çok şeker :)

Yapısal olarak masa şekeri olarak bilinen "sukroz" dan  (sukroz: %50 glukoz, %50 fruktoz) daha fazla fruktoz (%80 fruktoz, %20 glukoz) içeriyor. Fruktoz, basit şeker olmasına rağmen, metabolizması yine bir basit şeker olan glukoz'dan daha farklı. Karaciğerde, glukozdan daha hızlı metabolize oluyor, hatta glukoz metabolizmasının önüne geçiyor. Trigliserit sentezini artırdığı için vücutta yağlanmayı artırıyor, ve bu yağın bir kısmı karaciğerde depolanıyor. Bu sebeple, hiç alkol almadan bile karaciğer yağlanması ve sonucunda siroz olma olasılığı oldukça yüksek.

Fruktoz, glukoz kadar tokluk hissi yaratmadığı için doyma azalıyor ve bu da daha çok yemek yemeye sebep oluyor. Obezitenin son yıllarda çok artmasının sebebi, 1970 ile 1990 arasında, nişasta bazlı şekerin tüketimi %1000 artması. Meşrubatlar, meyve suları, fast-food, fabrikasyon tatlılar ve ucuza kaçmaya çalışan işletmeler sayesinde obezite de aynı hızla artmış durumda.

Yarasın tosunuma!


Nişasta bazlı şeker, bunlardan başka, tip 2 diyabetin en büyük sebeplerinden biri. Yine benzer şekilde, aşırı fruktoz tüketimi ürik asit üretimini artırdığı için gut hastalığının da artışında etkisi var. Yani, ille de her gün yarım kilo bonfile, bir koca ıstakoz yiyerek gut olmazsınız, içtiğini kola, yediğiniz dondurma da sizi gut yapmaya yeter.

Şimdi, sigaranın yasaklandığı, ekmeğin kepeklendiği, alkolün yerin dibine vurulduğu bir yerde, bu şekilde şeker tüketimini artıracak hareketler, bana sağlığı düşünen samimi bir iktidar hissi vermiyor. Tam tersine, tepedeki tek adamın, sevmediği şeyleri yasaklaması, para getirecek şeylere de izin vermesi hissi oluşuyor.

Karar sizin. 

Kaynaklar:

18 Şubat 2013 Pazartesi

İyi Diyelim, İyi Olalım

"Nasılsın?" diye çok soru almaya başladım son günlerde. Ne diyeyim, bu soru çok genel geçer bir sorudur. Yeni tanıştığımız kişilere, yakın arkadaşlarımıza, eşimize dostumuza hemen her gün sorarız. Aldığımız yanıt da her zaman aynıdır: "İyiyim. Sen?". Ben de öyleyim işte.

Hep bu kadar iyi miyiz? Ya da şöyle sorayım, hiç birimiz bu soruya "kızgınım", "çok mutluyum", "eşşek gibiyim" diye yanıt veriyor mu? Hiç birimiz böyle bir yanıt aldık mı?


Çok sıradanız bu konuda, çok da yabancıyız. Aslında, bu soruyu yönelttiğimiz kişinin nasıl olduğu umurumuzda bile değil. Sadece vakit geçsin, konuşma olsun diye araları dolduruyoruz. Gerçekten bu kadar birbirimizle ilgileniyor olsaydık, farklı bir soru soruyor olurduk: "Mutlu musun?". Alacağımız yanıt işte bu soruda anlamlı olurdu. Dokunsan ağlayacak modda geziyoruz zaten bütün Türk milleti olarak, bir de bu soruyu sorunca bütün birikenler dökülmeye başlar.

Kendime sorayım.
- Mutlu muyum?
- Eşşek gibiyim!

3 Ocak 2013 Perşembe

Şişe Durduğu Gibi Durmuyor

Bugün bir haber gördüm: 

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=390036

Diyor ki, ABD, Massachusetts, Concord şehrinde, 1 litre'den az su alan plastik şişelerin satışı yeni yılla beraber yasaklanmış. Sebebi de, bu şişelerin çevreyi çok kirletmesinden mütevellit, çevre kirliliğini azaltmak ve musluk suyu kullanımını özendirmekmiş. Musluk suyu içsinler ki daha çok florit kanlarına karışsın. Florit ile ne olduğunu, daha önce yazmıştım: http://erenindefteri.blogspot.com/2012/07/saglkl-disler-bunak-gulusler.html .

Haberde bir de, Avustralya'da da bir şehirde daha önce benzer bir uygulamanın başlatıldığı yazıyor. Şişeleri toplayıp geri dönüşüme kazandıracak çöp kutularını koymak yerine yasaklamak, çok Türk işi olmuş. Zaten, bu yasağın amacının çevreyi temiz tutmak olmadığı çok belli, eğer dert çevreyi korumak olsa, küçük ambalajlı her şeyin, sakızların, çikolataların, kutu kolaların vs. yasaklanması gerekir değil mi?

Please Recycle


Çok yakında, Türkiye'de de "çevreci" bir kentimizde benzer bir uygulama hayata geçirilirmesini beklerim. Hele hele, bu kentte şebeke suyunun içilebilir olduğu, bir çok şişelenmiş sudan daha lezzetli, daha sağlıklı olduğu yazılırsa hiç şaşırmam.

İçin ne diyim.