24 Aralık 2012 Pazartesi

Daha Çok Genciz

Tasarladığım bilim-kurgu hikayesinden, ufak bir parça.


"Daha çok gençsiniz" dedi oda arkadaşım, "daha önünüzde çok yol var".

Öğrenci değişimi programı çerçevesinde hem Avrupa'da hem de Asya'da değişik üniversitelerde eğitim aldım. Fakat, 5 sene önce, Dünya yöneticilerinin aldığı karar ile, diğer gezegenlerdeki türler ile de öğrenci değişimi programı başlayınca, aslında kendi yaşadığım öğrenci değişimi programlarından ne kadar az şey öğrendiğimi farkettim.

Oda arkadaşım, evinden yaklaşık 7.5 ışık yılı uzaklıkta, kendi gezegeninden tanıyabildiği kadarı ile tanıdığı gezegenimize gelmişti. Aldığı eğitim rahatlıkla Dünya üzerinde bir doçent seviyesine denk olabilecekken, sosyal konularda eğitimine devam etmek için üniversitemize gelmişti. Tarih, Felsefe, Beşeri Bilimler, Siyaset Bilimi ve değişik sanat bölümlerinin iskelet derslerinden oluşturulan Beşeriyyat bölümünde okuyordu. Aslında yaptığına tam olarak da okumak denmezdi, bizim için yüzyıllarca tartışılan konuları görerek nasıl çözdüklerini bize anlatıyordu. Bir gün, kendi eğitimimi tamamlamak için gereken branş dışı derslerden birinde (siyaset tarihi) rastlaşmıştık. Anlattıklarını dinlerken kendimden geçmiştim.

"Daha çok gençsiniz, daha önünüzde çok yol var. Yönetim konusunda kendinize çok güveniyorsunuz. Hala 2500 sene önceki yöntemler ile, hatta onları daha da kötüleştirerek devam ediyorsunuz. İlerleme konusunda adımlar atmanıza rağmen sürekli bir şekilde kendinizi geriye çekmiş ve zamanında işe yaramış ama gününüzde çalışacağını bilmediğiniz yöntemleri uygulamışsınız. Öyle ki, adına 'Demokrasi' dediğiniz bu yöntemi, doğduğu zamandaki anlamından da ayırıp kirleterek savaş nedeni haline getirmişsiniz. Söyleyin bana, ülkelerinizin yöneticileri ne konusunda eğitim aldı? Mühendis mi, doktor mu, gemi inşaatçısı mı? Hangileri yönetim ve ilerleme konusunda eğitim aldı? "

"Biz de sizin gibi bir topluluktuk. Sizin zamanınız ile yaklaşık 155 yıl öncesine kadar da sizinle aynı yollardan geçerek bu yönetim şeklinin sonuna kadar geldik. Ülkelerimiz demokrasi adı altında siyasi partiler tarafından yönetiliyordu. Aslında bu siyasi partiler iyi niyetle ortaya çıkmıştı: yakın düşüncede olan halk aynı çatı altında toplanıp kendilerine yakın kişileri seçebiliyordu. Fakat bir süre sonra, halk kendi düşüncelerini temsil edecek bir parti bulamaz oldu. Çünkü, var olan partiler amaçlarından sapmıştı, onlar artık halkın düşüncelerini değil, her organizma gibi kendi varlığını korumayı birincil amaç olarak belirlemişti. Bu koruma içgüdüsü o kadar ileri gitmişti ki, ülkeler arası savaşlardan sonra partiler arası savaşlar başlamıştı. Yine sizin zaman biriminiz ile 32 yıl süren savaşlarda, ülkeler değil, siyasi partiler birbiri ile savaşmıştı. Sonrasında sınırlarımız yeniden çizilirken, artık bütün gezegen üzerinde hayatta kalan 5 siyasi partiye göre belirlemiştik yerlerimizi."

"Sonrasında, gezegenimizde geriye kalanlar, aynı olayları yaşamamak için, yeni bir akım başlattı. Yönetim bir şekilde gerekliydi, halkın kuralları, kanunları koyacak, bunları kollayacak ve huzursuzlukları giderecek yapılara, kurumlara ihtiyacı vardı. Bunları yapacak kişileri de, diğer mesleklerde olduğu gibi belirli eğitimle ve yeterliliklerle seçmeye karar verdik. Yani, sizde nasıl bir roketin altında mühendis imzası, reçetenin altında doktor imzası gerekiyorsa, biz de kanunların altında kanun yapıcı imzası aramaya başladık. Bu işe bir meslek olarak bakıp, kişisel çıkarları bu olayın dışına çıkarabildik. Gezegen halkı, kişisel gelişi hırsları için artık ülke yönetimine girmez oldular, çünkü orası artık o kadar da kolay bir oyun alanı değildi. Bu sayede bilimsel gelişmelerimizi hızlandırabildik ve size o mesajı gönderdik."

Oda arkadaşımın bu kadar konuşmasında, özellikle en sonda söyledikleri bende bir şeyleri aydınlığa kavuşturdu. Bahsettiği bir nevi, Dünya'da da denenen fakat başarılamayan teknokrat hükümeti gibiydi, ama tam olarak da değildi. Teknoloji bakanımızın aslen bir heykeltraş, Halk Sağlığı bakanımızın da Tarih öğretmeni olduğu gerçeğini düşündüm. Biz nerede yanlış yapmıştık acaba?

13 Aralık 2012 Perşembe

21 Aralık - Kop Kop Partisi

21 Aralık 2012 için kıyamet senaryoları yıllardır var. Şunun şurasında bir hafta falan kaldı, dünya üzerinde bir çok kişi yusuf yusuf moduna girdi. Bazı akıllı adamlar Şirince gibi yerlerde kıyamet turizmi yaratıp, geceliği 1000 liradan kıyamete giriş partisi yapacaklar. Ticari zeka ne diyim, parayı veren enayiler olduğu sürece böyle çok kıyametten ekmek çıkarırlar.

En baştan söyleyim, 21 Aralık 2012 tarihinde Dünya'ya "Marduk" gezegeninin çarpacağına, süper volkanların patlayacağına, "Foton Kuşağı" denen zımbırtıya gireceğimze, Dünya'nın manyetik alanının çökeceğine falan inanıyorsanız, hemen gidin "The Flat Earth Society"ye üye olun: http://theflatearthsociety.org. Bu adamlar da Dünya'nın düz olduğuna inanıyorlar. Uzaydan fotoğraflar gösterildiği zaman da "bütün hükümetler komplo kuruyor, NASA bunların uşağı" şeklinde yanıt veriyorlar. Hatta, NASA görevlilerinin Antarktika'daki "buz sütunları" üzerinde nöbet tuttuğunu, oraya tırmanarak Dünya'nın düz olduğunu gösterecek insanları engellediğine inanıyorlar. Katılın onlara.

Dünya'ya bir gezegen falan çarpmayacak. Emin olun, bir gezegen Dünya'ya çarpma rotasında olsaydı, her gece büyüyen bir ışık olarak görürdük. Gözünüzde canlanması için, dolunaydan daha büyük ve daha parlak bir cisim düşünün. Hah, öyle, tepsi kadar. Karanlık olduğu için göremiyoruz diyorlar bi de. Karanlık bir cisim de arkasındaki ışığı engeller, gölge yapar. Karadelikler böyle gözlenir. Hiç gökyüzünde kocaman bir kara boşluk gördünüz mü? Hoş, şehirlerde kim yıldızları görebiliyor ki..

Çok merak ediyorsanız, NASA'nın sitesinden Dünya'ya yakın gök cisimlerinin yörüngelerine bakabilirsiniz: http://neo.jpl.nasa.gov/

Diğer olaylara girmiyorum, onlar saçmalığın bayrak taşıyıcıları.

Bilinen astronomik olaylar ile en yakın kıyamet 4,5 milyar yıl sonra olacak. Yani, ilk canlı tek hücrelilerden, bizim gibi safsatalar üretebilecek karmaşık canlıların evrimleşmesi süresi kadar!

Aslında, en kolay kıyamet senaryosu, yine kendi elimizle yaptıklarımız. Isıttık dünyayı, alttan alttan ısıtıyoruz. Buzdolabının kapağını açık bırakıp, kombiyi son ayarda yakıyoruz. Sonra da buzluktaki etin sağlıklı kalmasını bekliyoruz. Yaşar da 50 yıl sonrasını görürsek, bugünleri, bu yazıları hatırlarsak, kendi kendimize ne kadar küfreceğimizi bilemiyorum.

Çok daha kolayı da, hazırda bekleyen 4400 adet kırmızı düğme. Yedeklerle birlikte 40 bini bulan nükleer silahlar. Bazı ülkelerin üretmek için çabaladığı, bazılarının elinde koz olarak tuttuğu, bir tanesinin de insanlığa karşı kullandığı silahlar. Evet, bu silahların, bilinen 4400 tanesi, her an düğmesine basılarak fırlatılmaya hazır bekletiliyor. Dünya hala sidik yarıştırma peşinde. Bu sistemlerin bu şekilde tutulması, Çehov'un silahı gibi, bir gün kullanılacağı anlamına gelir. İşte o gün kıyamet kopar. İnsanlıktan geriye bir şey kalmadığı zaman, dünya yaşanabilir olmadığı zaman kıyamet kopar.



Bu yazıyı okuyarak hiç bir ülke nükleer silahtan vazgeçmez, eline güç geçen herkes de bu silahlardan edinmek ister. O yüzden, safsatalara inanmayın bari.

20 Temmuz 2012 Cuma

Sağlıklı Dişler, Bunak Gülüşler!

"Florit, özellikle diş macunundaki, diş sağlığını korumada çok önemli" 

diye yazmış 2001'de yapılan bir çalışma. Tabi bununla kalmamış, devamını getirmiş:

"fazla Florit'in bir çok insanın diş sağlığına fazla da bir etkisi olduğu belirlenmedi." [1]

Diş macunu reklamlarında, pazarladıkları ürünün içinde, diş çürüklerini önlemek için Florit olduğunu, bu sayede dişlerimizin çok sağlıklı olacağını, çürüklerden koruyacağını söylerler. Açıkçası, bunca yıldır dişlerimi Floritli diş macunlarıyla fırçalamama rağmen diş çürüklerinden kurtulamadım. Belki benim meselem o, ayrı bir konu. Asıl olay, Floritin kendisi.

Diş macunları içine koyulan Florit, genelde Sodyum Florit bileşiği olarak eklenir.

Sodyum Florit, diş macunlarındaki kullanımından önce, yoğunlukla fare zehiri türevleri içinde kullanılmaktaydı. Batı'daki sanayileşme süreci ve dünya savaşları sırasındaki bilimsel ve endüstriyel gelişmeler sonucunda da zehirli atık olarak bol miktarda üretildi. Zehirli olması ve metal aşındırıcılığı olması sebebiyle bu atıkların depolanması ciddi çevre sorunlarına yol açtı.

Çevre sorunları çok ağır olmasına rağmen bu yazının konusu değil. Bu yazıda, Florit'in insan sağlığı üzerinde ne gibi zararları olduğunu aktaracağım. Doktor değilim, medikal bir eğitimim yok, o yüzden bu yazının bilimsel bir tarafı yok. Ama, araştırma yaparken bilimsel kaynakları bulmaya çalıştım ve çoğunlukla kaynak vererek yazcağım.

Florit konusunda duyduğum ilk iddia, düşünce kontrolü yöntemi olarak kullanılmasıydı. Açıkçası, bu iddiadan yola çıkarak araştırma yaptım. İnternette bir çok yerde (forumlar, sözlükler, bloglar), Florit'in özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi'ler tarafından kullanıldığı yönünde. O dönemde, özellikle kimyasal silah araştırmaları için bolca kullanılan Flor bileşiklerinden Sodyum Florür, insanlara belli bir dozda verildiğinde bu insanların daha itaatkar oldukları gözlenmiş. Özellikle toplama kamplarında bolca kullanıldığı rivayet ediliyor. Bu Florit araştırmalarının "sinir gazı" araştırmalarından yöneldiğini de belirteyim.

Süleyman Demirel Üniversitesi profesörlerinden Tamer Mungan'ın araştırmasına göre, vücuttaki Flor miktarının artması, kadınlardaki üreme organlarına hasar veriyor. Fareler üzerinde yapılan deneylerde, Flor bileşikleri verilen farelerde, döllenmiş yumurtanın rahime bağlanma oranında ciddi oranda azalma olduğu gözlemlenmiş. Aynı şekilde, insanlar üzerindeki istatistik araştırmalarına göre de yüksek Flor alan insanlarda doğurganlık oranının azaldığı saptanmış. [2] Doğurganlık oranının azalması bana bu blogdaki ilk yazımdaki nüfus azaltma senaryosunu hatırlattı.

Kanadalı doktor Richard Foulkes, 1995 yılında, Kaliforniya Çevre Güvenliği ve Zehirli Maddeler Komitesi'ne yaptığı sunumda [3], "gerçeklerin saklandığını", "bilimsel araştırmaların taraflı gösterildiğini" ve bazı bilimsel araştırma sonuçlarının bilerek "atlandığını" anlatmış. Kendi araştırmalarına göre, Amerika'da 1945'den beri içme sularına karıştırılan Florit, amacı olan diş çürüklerini azaltmanın aksine, bazı bölgelerde dişlerdeki Flor zehirlenmesi vakalarını artırmış. Gelişmiş ülkelerdeki diş çürüklerindeki azalmaların Floritle (Floritli su, diş macunu) alakalı olmadığını aktarmış. Floritin üreme sağlığına etkisini Tamer Mungan gibi Dr. Foulkes de belirtmiş, bunlara ek olarak da zihinsel rahatsızlıkların oluştuğuna dikkat çekmiş. Down sendromu gibi zihinsel rahatsızlıklar ile ortalama IQ seviyelerindeki düşüşün, yüksek Flor kullanımı ile doğrudan ilişkisi olduğunu da göstermiş.

Florit, normalde kandan beyine doğrudan geçemez, çünkü kan-beyin bariyerini aşamaz. Fakat, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencilerinin çalışmaları [4] gösteriyor ki, bu bariyerden yoksun olan epifiz bezi, bu mineralin hedefleri arasında. Epifiz bezi, melatonin hormonunun salgılanmasından sorumludur. Melatonin hormonu da, vücutta stresi azaltan, antioksidan etkileri sebebiyle serbest radikallerin yayılmasını engelleyen ve bu sayede vücudu bir nebze kanser gibi hastalıktan koruyan, mucizevi bir hormondur. Cerrahpaşa öğrencilerinin çalışması da (henüz kanıtlanmış ve kabul edilmiş olmasa da), floritin epifiz bezinde biriktiğini ve bu birikme sonucunda epifiz bezinin çalışmasını engellediğini gösteriyor. Epifiz bezinin azalan çalışması da yaşlandığımızda en çok korktuğumuz hastalığın oluşumuna sebep olabiliyor: alzheimer.

Bu kadar bilimsel çalışma, Floritin zararlı bir mineral olduğunu gösteriyor, hatta gözümüze sokuyor. Fakat, yanlı bilimsel yayınlar, büyük firmaların kar etme hırsları ve de belki de yukarıda bahsettiğim "mind control" istekleri yüzünden, televizyonlarda bu zehri iyi bir şeymiş gibi görebiliyoruz. Dünya çapında da anti-florit hareketleri sürekli kara-propaganda yöntemleri ile kötü ve sapkın gösteriliyor.

Unutmayın ki, zamanında "süper bir olay" olarak nitelendirilen ve sağlığa zararlı olmadığı belirtilen kurşunlu benzindeki kurşun, atmosferden çocukların solunum sistemlerine girerek onlarda kalıcı hasarlar bıraktı (şimdilerdeki yüksek kanser oranlar), florit de çocukların vücudunda birikiyor. Diş macunlarının üzerindeki "çocuklara az miktarda verin" uyarısını dikkate alın, mümkün olduğunca floritsiz diş macunu kullanın. Ha, floritsiz diş macunlarını kolay bulamazsınız, o alıştığınız markalara pek bakmayın. Genelde eczanede satılan diş macunu olarak gördüğünüz markaların bazı modelleri içinde florit bulunmaz, üşenmeyin ve içindekilere bakın.

Akıllı olun, bunamayın.


Kaynaklar:

[1] http://en.wikipedia.org/wiki/Water_fluoridation_controversy#cite_ref-Sheiham_34-0
[2] http://scholar.googleusercontent.com/scholar?q=cache:vcc9PwB2EDUJ:scholar.google.com/+tamer+mungan+fluor&hl=tr&as_sdt=0  "Reprodüktif Etkiler"
[3] http://www.sonic.net/kryptox/politics/lead20s.htm
[4] http://cobid.wordpress.com/2009/11/16/florid%E2%80%99in-melatonin-seviyeleri-ve-alzheimer-benzeri-norodejeneratif-hasarla-iliskisi-uzerine-bir-hipotez/

24 Haziran 2012 Pazar

Avusturya Veliahtı

İlkokulda, Birinci Dünya Savaşı'nın çıkışı için Avusturya Veliaht Prensi'nin bir Sırp milliyetçi tarafından vurulmasını bahane olarak öğrendik hepimiz. Yani, o güne kadar kimse savaş düşünmüyordu, herkes birbirlerine iyi gözle bakıyordu, ama ne olduysa bir adam başka bir adamı vurdu ve bütün dünya savaşa girdi! Çocukken bile yemezdik bu bahaneleri, hem bunu hem de "Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık" klişelerini kendi geyik malzemelerimizde, futbol şapiyonalarından elenince falan kullandık.

Benzer bahaneler yıllarca kullanıldı, kullanılıyor. Diktatör Saddam Hüseyin'i, batı çıkarlarına karşı geldiği için kötü adam ilan ettikten sonra (1. Körfez Savaşı), kendilerine düşman olarka görüp, hem silah sanayiini canlandırmak hem de petrol kaynaklarına konmak için "kitle imha silahı"nı "Avusturya Veliahtı" olarak ilan ettiler. Mağrip ülkeleri teker teker isyan ettirilirken, karşı çıkan diktatör Kaddafi -ki kendisi Elysee Sarayı'nın bahçesine çadır kurabilecek kadar Fransa ile iyi ilişkiler içerisindeydi- bu sefer "masum insanları öldürüyor" bahanesi ile dış müdahaleye maruz kalarak öldürüldü.

Bizim Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı olduğunu iddia eden başbakanımız da bu oyunu çok beğendi galiba. "Komşularla sıfır sorun", "ticari müttefik", "kadim dost" gibi dostane yaklaşımlarla Suriye'nin ve dolayısıyla Beşar Esad'ın yanında olduğumuz belirtilirken, bir anda düşman kesiliverdik. Arap Baharı denen o "Ülkesel Dönüşüm Planı" için sırada Suriye varken bizim Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında sessiz kalmamız beklenemezdi. Neredeyse bir yıldır sürekli bir "Suriye'ye girelim" modunda alttan alttan insanlar hazırlandı. Haberlerde bir anda Beşar Esad kötü adam ilan ediliverdi. Suriye'nin özellikle kuzey kesimindeki isyancılar bir anda özgürlük savaşçıları, "Özgür Suriye Ordusu" oluverdi. Bu isyancıların, ortalığı daha da kaosa sürüklemek için yapmayacakları şey yok, özellikle PKK ile görüştüklerini kendileri de açıkladılar. Ama, bizim hükümetimiz bu isyancıların yanında hala.

Şimdi de bir savaş uçağımız, Suriye hava sahasını ihlal ettiği için Suriye tarafından düşürüldü. Bu kadar kesin konuşuyorum, çünkü resmi Dışişleri Bakanlığı açıklamasında kullanılan grafiklerde, Suriye hava sahasını 5 dakika süreyle alçak uçuş ile ihlal ettiğimiz bariz ortada. İşte bu da videosu:

http://video.cnnturk.com/2012/haber/6/24/grafiklerle-turk-ucaginin-dusurulmesi

Başbakan, meclisteki siyasi parti liderleri ile görüşecek ve Türkiye'nin kararını açıklayacaklar. Dışişleri Bakanlığı, NATO nezdinde harekete geçerek Suriye'ye karşı bir karar alınmasını - muhtemelen askeri harekat kararı- isteyecekler. Savaş kararı yani.

Bu planlar, bu hareketler, Türkiye'nin böyle "büyük devlet" olmak için yapmaya çalıştığı hareketler bıktırdı artık beni. Bu kadar acemi, bu kadar oyuncak, bu kadar saçma bir dış politika bu ülkeye yakışmıyor. Hele hele bir de savaş kararı çıkarsa, bu partinin bu ülkeye atacağı son ve en büyük kazık olacak bu.

Şimdi, milliyetçilik havasına girmeyin ve bu savaşa her durumda karşı çıkın. Ben, böyle bir savaş çıkmaması için elimden geleni yapacağım, siz de yapın. Elimizden gelen yeterli olmaz da devleti yönetenler savaş çıkarırlarsa bu savaşa hiç bir şekilde katılmayacağımı da belirtirim. İster vatan haini, ister korkak deyin. Ben yokum arkadaş.

1 Haziran 2012 Cuma

Gülelim Ağlanacak Halimize...

Hangi birini yazalım, hangi biri hakkında atıp tutalım? Son günlerde, olan olaylar, yapılan konuşmalar o kadar garip, o kadar yazıklaştı ki. Hani, bir şey içiyor olsalar ona bağlayacağım ama, onu da yapmadıklarını söylüyorlar. Tiner de koklamıyorlar, onlara göre tinerci olan bizleriz zaten.


Bir ülkede, olan biteni en güzel anlatan yer mizah dergilerinin kapaklarıdır. Gazetelermiş, haber programlarıymış, popüler kitaplarmış hikaye. Kahvehanede, dolmuşta, takside konuşulan, dalga geçilen konular aynen bu dergilerin kapaklarına yansır. Bu haftaki Uykusuz dergisinin kapağını, olayları anlatması için buraya koydum:

Uykusuz Kapak

Yapılan açıklamaların, tamamen suni gündem oluşturmak için olduğu aşikar. Takip edenleriniz olduysa, başbakanın kürtaj ve sezeryan açıklamalarından sonra haber kanallarındaki -sözde- siyasi tartışma programlarının ana konusu bu oldu. Açıklamaları fırsat bilen tatlı su muhalifleri, hemen konunun uzmanlarını programlara çıkararak yüksek reyting ve reklam geliri elde ettiler. Ne mutlu.

Farkettiyseniz, iktidar partisi, her kriz zamanında kadınların üzerine oynayarak konuyu başka yönlere çekiyor. İlk iktidar olmaya çalıştığı senelerde, kadınların başlarını kapatmaları üzerine oynadı, ortalığı bu yıllarca karıştırdı. Ne kadar saygılı olduklarını, "ananı da al git" derken görmüştük zaten. Sonrasında, kan tecavüze uğrayan donduran "N.Ç. davası" çıktı ortaya - maalesef Fatmagül ya da İffet gibi basit değildi. Bu olay, insanlığa sığmayan bu olay, en sonunda neredeyse zavallı kızın suçlu olduğu şekle büründü. Hukuk sistemiydi bu davayı bu duruma getiren, ve bu hukuk sistemi, öncesindeki "reform"larla ve o meşhur referandumla zaten iktidar partisinin egemenliğine girmişti. Kimse bana artık "yargı bağımsızlığı" ya da "kuvvetler ayrılığı" gibi eski değerlerle gelmesin, onlar öldü artık. Son olaylar zaten herkesin gözünün önünde, o yüzden kürtaj konusunda video paylaşmayacağım, sezeryan konusunda bilimsel açıklamalar yapmayacağım.

Sevmiyorum bu sistemi. Sevemiyorum bu insanları. Her böyle olayı gördüğümde, aha diyorum, George  Orwell'in 1984 distopyası gerçek oluyor. Sevgi Bakanlığı kurup işkence ediyoruz. Barış Bakanlığı kurup savaş çıkarıyoruz. Kölelik özgürlüktür diyip sorgusuz sualsiz çalışmaya muhtaç bırakılıyoruz.

Her şeyimiz güç gösterisine dönüştü. Bir şeyleri ispat etme uğruna sürekli bir "en"leri yarıştırma derdindeyiz. Sürekli bu yarıştırmalardan sonra daha çok bir şeyler kazanacağımızı düşünüyoruz. En sonunda, o büyük kestane ağacının altında, sen beni, ben seni, herkes birbirini satacak bu en bir şey kazanma hırsı için.

Daha çook yazılır bu iki günün gündemi için. Kapak özetler her şeyi.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Sana göre süt, bana göre fındık!

Ekşisözlük'te 80'lerin sonunda 90'ların başında çocuk olmak başlığını okuyup da "aa bu beni anlatıyor" diyenlerdenseniz, o dönem okullarda dağıtılan fındıkları çok iyi hatırlarsınız. Hani şu meşhur Çernobil faciasının ardından, Karadeniz Bölgesi'nde artan radyasyondan dolayı dünyaya satamadığımuz ve iç piyasaya verilen, muhtemelen yüksek dozda radyasyon içeren fındıklar. Hatırlarsınız, karton kutular içinde küçük poşetlerle gelirdi ve biz de biraz hayvan gibi yerdik. O dönemde "güvenli" olduğu söyleniyordu o fındıkların, zaten çocuk aklımızla çok fazla detaylı düşünemiyorduk. Büyüklerimiz de, radyasyonlu çayı güvenli diye kameraların önünde içen bakandan, merhum Cahit Aral'dan etkilenerek aslında Türkiye'ye radyasyon gelmediğini, hatta Türk'e bir şey olmayacağını falan düşünüyordu. Yani, çocuklarını uyaramıyorlardı. Uyarsalar ne olacaktı ki sanki, orada bütün sınıf fındık yerken canı çeken çocuğuna pazardan fındık alsa o da radyasyonlu olacaktı!

Bugünkü gündemi allak bullak eden "Okul Sütü" skandalı bana bu fındık rezaletini hatırlattı. Bakıldığı zaman güzel görünen, ama aslında o kadar da masum olmayan bir proje bu. Masum olmamasının bir çok sebebi var. Birincisi, dağıtılacak sütün depolanması, taşınması, paketlenmesi gibi sorunları düzgünce halletmeden, denetimleri düzgün yapmadan, bozulması ve zehirlemesi çok kolay olan sütü, zehirlenmesi çok kolay olan çocuklara dağıtmak gerçekten cahilce. Bu projenin bugün başlayacağını bu sabah radyodan duydum, "kesin birşey olacak, Allah vere de olmasa" derken öğlen zehirlenme haberlerini aldım. Televizyonda izlediğim haberlerde Diyarbakır'daki zehirlenme vakasında sütlerin Cuma gününden depolara geldiği ve dağıtıldığı bu Çarşamba gününe kadar orada bekletildiğini söylüyorlardı. Şu haberde de sütlerin son kullanma tarihinin 2005 olduğundan bahsediliyordu! Bunun 200512 -- 20/05/12 'nin yanlış okunması olduğunu ümit ediyorum. Yani, kısacası, işin içinde bir beceriksizlik var, ve bunun bedelini çocuklar çekiyor.



Diğer mevzu da, sütün kendisi. Bildiğiniz gibi, dağıtılan süt, inek sütü. Her gördüğümüzde çocukluk ile ilişkilendirdiğimiz, büyümemize yardımcı olduğunu düşüdüğümüz, çok besleyici olduğunu düşündüğümüz inek sütü. İneklerin, kendi yavrularını doğduktan sonra beslemek için vücutlarında ürettikleri beyaz sıvı. İnsan vücudu için uygun olmadığı bir çok kişi tarafından artık daha çok dile getirilmeye başlandı. Özellikle, kadınlardaki kemik erimesine karşı süt içmenin faydadan çok zararı olduğundan bahsediliyor. Çoğumuzun süt içtiğinde karnının ağrımasına sebep olan laktoz intoleransını zaten çoğumuz yakından biliyoruz. Ki bu söylediklerim sadece yetişkinler için değil, çocuklar için de geçerli olabilir. Bu sitede yazanların ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum, fakat inek sütü için yazanlar pek de iyi değil. Açıkçası o sütlerin nereden nasıl toplandığı, hangi koşullarda paketlendiği, üretilirken kullanılan ilaçları, fiyatı düşürmek için kullanılan yöntemleri araştırmak ve yazmak istemiyorum.

Yakında bakanın televizyona çıkıp canlı yayında süt içmesini bekliyorum. O zaman güvenebilirim.

20 Nisan 2012 Cuma

Aşı

Önceki yazımda (aslında ilk yazımda) yazmıştım ki, bir bilim-kurgu dizi senaryosunda kanser aşısı kullanarak dünya nüfusunu azaltan ve dünyayı bir şekilde ele geçiren bir uzaylı ırktan bahsetmiştim. Bu senaryo, doğal olarak kurgu. Gerçekle alakalı olmasını, hele öyle bir dizide beklemek biraz fazla kendini kaptırmak olur. Ama, oradaki fikirleri, illa ki bir uzaylı ırkın kullanması gerekmiyor. Sonuçta, ben o yazıyı yazdıktan sonra NTV'de bir haber çıktı. Bu haberde, İsrailli bilimadamlarının kanser türlerinin %90'ına etki eden bir aşı bulduğu bilgisi var. İşte haber:

http://www.izlesene.com/tv/ntv/video/kansere-asi-umudu/6082285

Elbette ben de isterim ki kanser illetine bir çare bulunsun ve hastalar sağlığına kavuşsun. Ama hala, artan dünya popülasyonunun kontrolü için kanser hastalığının bilerek yaygınlaştırıldığını ve bu hastalığın tedavisi için çıkarılacak yöntemlerin de dünya nüfusunu kontrol altına almak için kullanılacağını düşünüyorum. Bunları da, kaba loblarımla düşünmüyorum, konuşulmuşu var:

http://www.youtube.com/watch?v=6WQtRI7A064&feature=BFa&list=FLf_nupbAghz--oVXZA20KtA

Videoyu izlediğinizde, o zenginler zengini Bill Gates'in, dünya nüfusunu kontrol etmek için "aşı" kullanılması gerektiğini söylediğini göreceksiniz. Evet, o Microsoft'un kurucusu, kendini hayır işlerine adamış William H. Gates, özellikle fakir ülkelerdeki nüfus artışını engellemek için kullanacağı yöntemler arasında "aşı" var!

Bu işleri kimin yaptığı, kimin yaptırdığı hakkında bilgim yok. Biraz araştırınca, çok farklı teoriler çıkıyor. İşte birileri illuminati diyor, birileri masonlardan bahsediyor (aynı olabilir bunlar), birileri uzaylılar - ya da daha popüler tabir ile "reptilian" ırk diyor. Açıkçası kimin yaptığı değil ne yapıldığı şu anda daha çok ilgilendiriyor beni.

Daha çok şey düşecektir önüme.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Dikkat! Canavar Çıkabilir!

Keşke bu uyarıyı sadece Van Gölü için söyleseydik. Maalesef, birçok büyük şehirde bu uyarıyı herhangi bir yolda yapmak gerekiyor. O kadar ki, artık sadece gittiğimiz yolda değil, bölünmüş yolda karşı şeritten gelen, 100 metre arkamızdan gelen, hatta tepemizdeki köprüden araçları takip etmezsek kaza yapar duruma geliyoruz.

Önden söyleyim: ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim. Tamam, kurallara uymaya çalışırım fakat sigortam attığında ben de hız yapıp sinyalsiz akabilirim. Ama bu özelliklerim, trafikteki çakallardan ve uyuzlardan nefret etmem için bağlayıcı değil. Kim mi bu çakallar ve uyuzlar? İşte liste..

Mobese çakalları: Artık neredeyse her şehirde her bulvarda birer hız kontrol kamerası veya kırmızı ışık kontrol kamerası mevcut. Bu kameralar ile emniyet, yeni yasa ile 70'e çıkarılan hız sınırını aşanları, kırmızı ışıkta (hatta sarıda) geçenleri bir bir kaydedip evlere paket şeklinde cezayı gönderiyor. Güzel, ve bizim müstehak olduğumuz bir uygulama. Çünkü, son sürat bu kameralara yaklaşıp, 50 metrelik bir yavaşlamadan sonra yeniden hızlanan araçlar artık alışık olduğumuz bir durum. Ya da, kamera olan kırmızı ışıkta durup bir sonraki kamerasız ışıkta kırmızıda geçmek çok da uzak değil. Yani, anca her yolda, her ışıkta kamera olmazsa kurallara uymaya niyetimiz yok.

Şerit çakalları: ya da nam-ı diğer otoban fareleri. Genelde altında küçük ama güçlü otomobiller (Peugeot 106, Seat Leon vs) olan, geçmişin Doğan görünümlü Şahin'cileri. Bu çakallar için şerit çizgileri, diğer araçların arasında gitmesi gereken çizgiler sadece. Araç takip mesafesi ise kendi kafalarındaki işin eğlence kısmı: sizin önünüzdeki araçla aranızdaki mesafe ne kadar az ise o aradan geçince kazandıkları puan (?) o kadar fazla oluyor. Ah bir bilseler arkalarından onlar kaybolana kadar ne kadar çok küfrediyorum...

Şirket çakalları: 34 plakalı, genelde ilaç ya da pazarlama şirketlerinde çalışan, her zaman acelesi olan arkadaşlar. Bu çakallar için çoğu zaman trafik cezalarının ya da yedikleri küfürlerin önemi olmuyor - tam tersine onlar yanlış birşey yapıp da siz laf ettiğiniz zaman yine onlar size küfrediyor. En iyisi, özellikle İstanbul dışında 34 plakalı araçlardan uzak durmak.

Sarı çakallar: Taksiciler. Trafik onlar için icat edilmiş, yollar onlar için yapılmıştır. Sinyaller, yollardaki şeritler, takip mesafesi kuralları, trafik ışıkları, hatta diğer araçlar tamamen onlara düşman olarak yaratılmıştır. Yoksa karşısındaki araçlara, trafik kurallarına neden bu kadar düşmanca yaklaşsınlar değil mi?

Toplu taşıma çakalları: Otobüs ve dolmuşçular. Ben hayatım boyunca 4 şeritli bir yola akan bir trafikte dikine girerek en sağdan en sol şeride (ya da tam tersi) geçmeyi beceremedim, becerebileceğimi de hiç zannetmiyorum. Belediyelerimizin büyük şehir planlama çalışmaları sonucu oluşturdukları duraklar sayesinde de hepsi birden aynı yerde toplanıp aynı anda küfür yiyebiliyorlar.Hatta bazıları hızını alamayıp köprülerden uçabiliyorlar.

Telefon uyuzları: araç kullanırken cep telefonu kullanmak yasaktır. Bunu ben değil, kurallar kanunlar söylüyor. Tabi anlayana, dinleyene. Cep telefonu ile konuşurken sol şeritten 50 ile gittiği zaman tehlike olmadığını düşünenler var çünkü. Çok konuşkan biriysen alırsın bir bluetooth kulaklık, takarsın kulağına konuşursun. Bunun ileri versiyonu olarak araç kullanırken SMS ya da e-mail okuyan/yazan tipler de var, onlara diyecek birşeyim yok artık.

Uyuz hanımlar: Kusura bakmayın hanımlar, ama çoğunlukla kötü kullanıyorsunuz araçları. Arada çok iyi kullananlar yok mu, var tabi. Ama, özellikle 4-çeker arazi aracı alıp da her yolda aynı hızda gidenler insanı gerçekten uyuz ediyor. Ne demek bu? Bir otoparktan ya da ara yoldan 50 ile çıkıp da otoyol kıvamındaki bulvarlarda da sol şeritten 50 ile gitmek, aynı şey değil. Tamam, maganda sürücüler sizi çok sıkıştırıyor ama, siz de yolda kendinizi belli etmeyin o kadar. Zaten buraya kadar okuduysanız ne demek istediğimi anlamışsınızdır.

Genelleme insanı oldum bugün. Hadi hayırlısı.




6 Nisan 2012 Cuma

Ne Yesek?

Son zamanlarda gazetelerde çıkan haberlerden sonra, artık ne yesek diye iyice düşünmeye başladım. Çünkü, kırmızı et sağlıksız diye beyaz ete yöneldik, olmadı hafif yiyelim diye salatalara, sebzelere yöneldik, ara öğün alalım da kilo almayalım diye ceplerimizde meyve taşımaya başladık - hepsinde bir maraz çıktı. Peki, biz neye inanacağız da ne yiyeceğiz artık?

Milliyet'te çıkan şu haberde tavuk eti ve yumurtadaki tehlikeleri anlatmışlar. Diyorlar ki, tavukları büyütürken kullanılan antibiyotikler, hormonlar ve ilaçlar bunları yiyen bünyede değişik sorunlara yol açıyormuş. Bana çok mantıksız ya da yalan gelmiyor bunlar, sonuçta o kadar kimyasal insan vücuduna girdiği zaman ne gibi sonuçlar doğuracağına dair inanın hiç bir fikrim yok.

Tavuk eti dışında, sebze ve meyvelerle ilgili, Radikal'de şu haberi gördüm. Bu haberde de, Türkiye'de, o "yalnız ve güzel ülke"de, sebze ve meyvelerde kullanılan tarımsal ilaçların Avrupa Birliği standartlarının kat kat üstünde olduğu yazıyor. Bu tarımsal ilaçların kansere yol açtığı artık bilinen bir gerçek.

Bu haberlerden çok farklı sonuçlar çıkarabiliriz. Diyebiliriz ki, tarımsal ilaçları satanların birilerinin ortağı olması, üretilen kanserojen gıdalar ile daha çok kişiyi kanser ederek pahalı kanser tedavileri üzerinden para kazanmak, daha ucuz bir düşünceyle sadece maliyeti zehirli tarım ilaçlarıyla, antibiyotiklerle azaltarak daha çok kar etmek bu sebepler olabilir.

Nedense, bu haberleri ve bazı yorumları okuyunca, aklıma Stargate SG-1 dizisindeki bir bölüm geldi. Bu bölümde, Aschen adı verilen bir uzaylı uygarlık, biz dünyalılara sağlık konusunda yardım ediyorlardı. Bu yardım, o zamanlar dünyada yoğun olan kanser hastalığı dahil bir çok hastalığı iyileştiren ve ömrü uzatan bir aşı şeklinde veriliyor. Tabi bu durumdan biz dünyalılar çok memnunuz, çünkü yıllardır bulamadığımız "kansere çare"yi hazır önümüze getiriyorlar. Eh, bu kadar iyiliğin altında bir şey olması da beklenir, nitekim öyle de oluyor. Bu ilaç aslında insanların doğurganlığını azaltıyor, dünya nüfusu hızla azalmaya başlıyor. Sonrası önemli değil, kahramanlar bu olayı ortaya çıkarıyor falan filan.

Peki nasıl bir mantık bu dizi bölümünü bu haberlerle bağdaştırır? Ha, öyle bir uzaylı istilası beklentim yok, komplo teorilerine girmeyeceğim. Fakat, bu kadar insanın, toplu bir şekilde kansere yönlendirildiğini görmek çok da mantık dışı gelmiyor. Sonuçta, ne kadar çok kanserli insan, o kadar çok araştırma ve o kadar çok kanser ilacı satışı. Ve tabi ki, o kadar çok, kanser yüzünden başka bir şey düşünemeyen, zararsız insanlar.



Neyse, hepimize afiyet olsun.