25 Aralık 2013 Çarşamba

Ulan..

Ulan yazmayayım diyordum, ama insanda sinir bırakmıyorlar. Gezi olaylarında söyledik o kadar, gözünüzü açın dedik, göz göre göre yalan söylüyor dedik ama dinletemedik sesimizi. Yine kimse dinlemeyecek, ama yine de söyleyelim.

Bak kardeşim, sen öyle kefen giyip karşılamalara gidiyorsun ya.. Hani sen "dik dur eğilme, bu millet seninle" diyorsun ya.. Hah, sen onları söyledikçe, senin cebinden de birileri parayı götürüyor. Belki parti içindesin, belki onlar sayesinde iş buldun. Belki sen de birisinin hakkını yiyerek, kopya çektiğin sınavlarda devlette bir pozisyona yerleştin. Abdestinden emin olduğunu söyleyen başbakan, alenen birilerinin hakkının yendiği söylenen davada sırf iktidar uğruna birilerini kolluyor, koruyor. Sen ne yapıyorsun bu arada? Başbakanın söylediği abdest kelimesinden sonra kendinden geçiyor ve "aman ne müslüman başbakanımız var" diye seviniyorsun. Aç gözünü! Sana öğretilen müslümanlık nasıl bilmiyorum ama bana öğretilende kul hakkı yemek affedilir değil.

O kadar din diyanet peşindeydiniz, o çok saydığınız "hoca" bile artık "usta"nızın arkasında değil. İkisinin de derdinin din olmadığını hala anlamadınız ama. Size "abdest, namaz" derken, kendi tayfası milyar euro'luk rakamları telaffuz ediyordu. Ha bir de, sanki dinine laf etmişiz gibi, "para çalınmış" deyince "namazım tam" diye garip bir savunma yapıyor.

Az biraz gözünüzü açın da vicdanınızla düşünün.

1 Aralık 2013 Pazar

Eller Gider Ay'a

... biz yine kalırız yaya. Yıllardır ağzımızda bu tekerleme, zannedersem Neil Armstrong o meşhur sözünü söylediği günden beri kullanıyoruz. Tabi, gavur yapıyor. Eller Ay'a bile giderken biz daha otobüse binip eve gidemiyoruz.

Bilmiyorum takip ediyor musunuz, Asya ülkeleri ardı ardına uzay aracı fırlatıyorlar. Japonya'nın yıllardır süren projelerinden sonra, önce Hindistan Mars aracını gönderdi [4]; ardından da Çin Ay yüzeyini araştıracak aracını fırlattı [3]. Çin ve Hindistan'ı nasıl biliyoruz? "Aa, Çin malı mı, adidir o!" ya da "Hintliler ineğe tapıyo abi". Bizler burada asilzadeyiz, dünyanın en iyi milletiyiz, en düzgün siyaset, en hümanist dini anlayış, en ilerici bilimsel altyapı bizde sanki! Öyle ki, Diyanet İşleri Başkanlığı'na ayrılan bütçe 4 milyar TL olurken [1], dünyadaki bilimsel araştırmanın göbeği CERN'e üyeliğimizi 70 milyon TL fazla geldiği için iptal edebiliyoruz.

Kaçırdığımız çok önemli bir nokta var. "Dünya Devleti" gibi bir ideale sahip bir başbakan olsa da başımızda, dünyanın nereye gittiğini izlemiyor kimse. 1960'lardaki uzay yarışı yeniden başladı. Bu sefer işin içinde sadece ABD ve Rusya (SSCB) yok. Japonya, Çin, Hindistan, Avrupa Birliği ve hatta İran bu yarışın içinde olmaya çalışıyor. Amaç belli, uzayı kolonileştirmek. Öncelik Güneş Sistemi'nden başlayacak. Tabi, kolonileştirmenin değişik amaçları var. Google'ın kurucusu Larry Page, asteroidlerden maden çıkarma derdinde, Rusya ve Çin Mars'ı kolonileştirmek istiyor. Diğer devletler de bu kolonilerde söz sahibi olmak için bilgi ve deneyimlerini artırmaya çalışıyorlar. 



Biz ise, kızlı-erkekli evler, karma eğitim, Suriye ile savaş merakı, halkı ayrıştırma ve "bizden" kavramı ile sindirme derdindeyiz. 

Sanırım bizim dertlerimiz daha önemli.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Yolsuz'luk

Yılmaz Özdil gibi başlık atarak başladım yazıya, haydi hayırlısı..

Ankara'nın, ev fiyatı olarak en pahalı, muhit olarak en popüler semti Çayyolu'ndan bahsedeceğim. 400,000 TL'den ucuz ev bulmak çok zor, yolda giderken her an bir köşeden bir Porsche fırlayabilir, ya da bir milletvekili çocuğu ile burun buruna gelebilirsiniz.

Kısacası, kaymak tabaka burada..

İyi de, bu güzel evlere bu güzel arabalarla gitmek için yol yok bu semtte! Belediyelermiz sağolsun, yollarda kazılmamış yer kalmadı. Kazara bir Ferrari alıyor olsam, eve gidene kadar araç zaten paramparça olacak.

Yürüyelim desek, yollarda kaldırım namına bir şey yok. 

Sözün özü, medeniyet yok.

"Yol medeniyettir" diyen yetkililer, yolun sadece asfalt dökmekten ibaret olmadığını anlamalılar. Misal, yeni asfaltlanan bir yolun bağlantı noktaları da asfaltlanmalı. Misal, yeni asfaltlanan bir yolun refüjlerine güvenlik önlemleri alınmalı, bir apartman boyutunda "şarampol" bırakılmamalı.

Misal, yeni bir yol yaparken, inatla değil mühendislikle yapılmalı ve kepçeler hunharca ağaçları koparttığı gibi su borularını kopartmamalı. Su boruları patladığı için yol çökmemeli ve insanlar için yolda yürümek bile tehlike olmamalı.

Öyle işte..


Yılmaz Özdil gibi başlayınca öyle gidiyormuş be..

27 Ekim 2013 Pazar

Yollu Medeniyet

Hükümetin, medeniyet anlayışı ve halka medeniyet getirmesi genelde çok ses getiriyor. En son örneğini, kurban bayramında dana yerine ağaç kesen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı'nda gördük. Medeniyetin, sadece yüzlerce kamyon ve iş makinasının polis eşliğinde talan yaparcasına yol yapmaktan geçtiğini anlıyor başkan.

Yazıda bahsedeceğim yol, Ankara'da Anadolu Bulvarı'nın devamı olarak ODTÜ - Şap Enstitüsü arasından geçerek Konya Yolu'na çıkacak yol. Şunu söyleyelim: o yol oradan geçecek. 20 yıl önce planlanmış, ODTÜ ve Büyükşehir Belediyesi anlaşmış, çevreye en duyarlı ve en az hasar verecek yöntem seçilmiş ve planlama yapılmış. Burada bir sıkıntı yok. Ama, anlaşılan plan üzerine eklemeler yaparak listeye çıkarılan ve henüz itiraz süresi ve mahkeme kararı gelmeden yol inşaatı başlarsa; gecekondu yıkar gibi tel örgüler yıkılırsa, taşınması gereken ağaçlar parçalanırsa ve en kötüsü, bu yapılanlardan evsahibi haberdar edilmezse, işte orada medeniyetten bahsedilemez. Bu konu ile ilgili rektörlük açıklamasını mutlaka okuyun.

Medeniyetten en çok nasibini alan yol..

Bu duruma insanlar itiraz edince, vay efendim medeniyete karşıymışız da yol yapılmasını istemiyormuşuz. Sevgili AK arkadaşlar, demagoji yaparak haklıyı haksız duruma düşürmeyi siz iyi bilirsiniz, ama biz bunları yemeyiz. Yol medeniyet değildir, Roma döneminde olsaydı belki ama 21. yüzyılda medeniyeti bu basitliğe indiremezsiniz. Medeniyet, çoktan bitirilmesi gerekirken yirmi yıldır bitirlemeyen metrodur. Medeniyet, trafik terörü yapmak yerine insanların güvenli ulaşımını sağlaması gereken toplu taşıma hizmetidir. Medeniyet, en büyük rantın sağlandığı yerlerde yolların çukur içinde olmamasıdır. Medeniyet, insanlar bir şeye karşı çıkıyorsa onları döverek ateşe atmak değil, dinlemektir.

Bizde medeniyet.
Yarın öbür gün, İstanbul'da Marmaray açılacak. II. Abdülhamit döneminden beri düşünülen proje en sonunda hayata geçiyor. Yapanları tebrik etmek lazım, olması gereken bir projeydi. Tabi, umarım bu proje için gereken para, İstanbul'daki deprem hazırlıkları için gereken paradan harcanmamıştır. Olası bir depremde -inşallah zarar çok az olur- insanlar evsiz kaldıkları zaman Marmaray tünellerinde yatmayacaklar. İşte medeniyet, Marmaray projesini hayata geçirirken insanları depremde perişan etmemektir.

Ha unutmuşum, pardon. Siz medeniyeti de bizden öğrenecek değilsiniz.

6 Ekim 2013 Pazar

Kutu Kutu Demokrasi

Başlığa aldanmayın, başbakanın büyük beklentilerle açıklayıp en sonunda dağın fare doğurduğu demokrasi paketinden bahsetmeyeceğim. Zaten ne olacağı belliydi, paketten hemen sonra benzin zammı artık alıştığımız olaylar.

Asıl olay, demokrasi paketinden sonra çıkan polis paketi. Habere göre, hükümet polisin yetkilerini artırmak için çalışma yapıyormuş. Neymiş, polisin şüpheli gördüğü herhangi biri, hakim veya savcı talebi olmadan gözaltına alınabilecekmiş. Yani, polis sizi yolda gördüğünde tipinizi beğenmezse, yanınızdaki kız arkadaşınıza laf attığında terslendiğinizde polis sizi gözaltına sorgusuz sualsiz alabilecek. Bu gözaltı süresi, 24 saate kadar uzatılabildiği için, o süre içinde hakim veya savcı kararının da alınması ve bu gözaltı süresinin daha da uzaması da pakete dahil. 

Tipini Beğenmedim - Temsili Resim

Paketin çıkış amacının muhtemel terör saldırılarını engellemek olduğu yazılıyor, fakat asıl amacının Gezi olayları sonrası ortaya çıkan halk muhalefetini sindirmek olduğunu anlamak zor değil. Futbol maçları öncesinde ve tribünlerde bu sindirme işlemi çoktandır başlamıştı. Hoş, çantada deniz gözlüğü bulundurmanın suç sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz, daha ne bekliyoruz ki?

Halkından korkan iktidarlar her zaman şiddete, polis kuvvetlerine bel bağlamıştır. Diktatörler ya da henüz diktatör olamamış "demokratik" liderler, sürekli polis yetkilerini yükseltmiş ve halk muhalefetini sindirmeye çalışmıştır. 

Neyse ki, bizim başbakanımız, ki kendisi açıkladı, bir diktatör değil.

Henüz..


12 Temmuz 2013 Cuma

Uzay Yolu'nu Neden Severim?

Beni bilenler bilir, Uzay Yolu (Star Trek) dizilerini, filmlerini, oyunlarını severim. Çocukluğumdan beri bu böyledir, Atılgan'ı, Mr. Spock'un kulaklarını, herşeyini çok sevdim. Öyle ki, ilginç bir şekilde dünyada ilk çekilmiş Uzay Yolu filmi olan "Turist Ömer Uzay Yolunda" filmini bile her televizyonda çıktığında izledim. Ortaokul - lise zamanlarımda, TGRT'de verilen "Uzay Yolu: Yeni Nesil" (Star Trek: The Next Generation) dizisini okuldan gelir gelmez açardım. Dizinin yayın saati değiştirildiğinde güzelce küfretmiş, evdeki artık kullanılmayan video cihazını kullanılır hale getirmiş ve her gün saatini programlayarak diziyi kaydetmeye, okuldan gelince de izlemeye başlamıştım. 


Peki, neden bu kadar sevdim ben bu Uzay Yolu'nu?

Uzay Yolu, "bilim-kurgu" olarak tanımladığımız sinema türünün kendisidir. Yani, sadece uzayda geçtiği için bilim kurgu filmleri arasına girmez, işin içinde bilim sonuna kadar var. Dizilerde ve filmlerde kullanılan teknolojilerin bir çoğu teker teker günlük hayatımıza giriyor. Babalarımız, dizideki otomatik kapılara hayranlıkla bakarken, biz şimdi dizideki büküm (warp) alanı yöntemi ile ışıktan hızlı gidebilmenin hesaplarını yapıyoruz. 


Sadece bu mu? Yani seride, filmlerde bilim var diye mi seviyorum ben bu diziyi?

Hayır tabii ki. Serinin yaratıcısı Gene Roddenberry, basit bir diziden ziyade, bir felsefe oluşturdu. Bu felsefenin, ütopya olarak nitelendirilmesi bile mümkün, fakat bu ütopya gerçekleşmesi zor bir ütopya değil. İçimizdeki insanlığı keşfedip o yoldan gittiğimiz zaman ulaşılabilecek bir hedef.

Her ne kadar, seride "Üçüncü Dünya Savaşı"na bağlansa da, dünyanın ortak bir amaç uğrunda bir araya gelmesi ve birleşik bir Dünya kurulması, aslında işin başlangıcı. Şimdiki komplo teorileri, illuminati, yeni dünya düzeni gibi dünyayı tek bir çatı altında toplayacak distopyalardan farklı olarak, Birleşik Dünya (United Earth) kavramı, ekonomik ve siyasi değil, bilimsel temelli ve insanlığın gelişmesini ön plana alıyor. Yani, Birleşik Dünya, birkaç ailenin hegemonyasında değil, bütün dünya halklarının ortaklığında yönetiliyor. Aynı zamanda, bildiğimiz kapitalist ekonomi Uzay Yolu evreninde geçerli değil, yani Birleşik Dünya'nın temelinde ekonomik güç de yok. Seride çok fazla ekonomiden bahsedilmediği için bilemeyorum, fakat bildiğimiz para Birleşik Dünya'da (ve sonrasında Fedarasyonda) geçerli değil, ve insanlar para için çalışmıyorlar.

Tamam, iş siyasi değil, ekonomik de değil. Ama neden?

Günümüzde, hepimiz çalışıyoruz. Önümüzde hedeflerimiz var, daha büyük bir ev, daha büyük bir araba, daha çok şundan, daha pahalı bundan almak için çalışıyoruz. Yılda bir hafta deniz kenarında güneşlenebilmek için çalışıyoruz. Çalışmamızın tek amacı para kazanmak. Ne kendimize bir şey katıyoruz, ne de bizden sonrakilere iyi bir gelecek bırakmaya uğraşıyoruz. Hayatımızı bir kısır döngüye soktuk, kendi ellerimizle dünyayı yok ediyoruz. Uzay Yolu hikayesinde de aynı dönemler mevcut. Her ne kadar günümüzde pek gündemde olmasa da, genetik mühendislik yolu ile güçlendirilmiş insanlar yüzünden çıkan ilk savaş (Eugenic Wars) ve daha sonra Üçüncü Dünya Savaşı ile bu günümüzdeki yaşam tarzı sona eriyor. Pek güzel bir gelecek değil, ve inşallah bahsedilen Üçüncü Dünya Savaşı yaşanmaz. Nükleer bir savaşı ve 600 milyondan fazla ölümü bu gezegen yaşamasın. Hikayede, bu savaşlardan sonra, insanlığı bu savaşlara yönlendiren güçler yıkılıyor ve yeni bir akım ortaya çıkıyor. Bu akımda, insanlar sadece insanlığın ortak geleceği için çalışmaya başlıyor. Tıp alanında, ilaç şirketlerinin ve özel hastanelerin kar amacından çok insan hayatı öne alınıyor ve kanser ve bir çok ölümcül hastalık tedavi ediliyor. Siyasi alanda, insan özgürlükleri ön plana alınıyor ve eğitim düzeyi yüksek bireyler ile özgürlükçü demokrasi yürürlüğe giriyor. Bilimsel anlamda, insanlar uzayı keşfetmeye ve insanlık onurunu ve bu birliği uzaydaki diğer ırklara taşımaya başlıyor.

Çok ütopik değil mi?

Ulaşılamaz değil. Savaşa ihtiyacımız yok, akıllı yöneticilere ihtiyacımız var. Güç kazanmak ve birilerine saldırmak sadece geçici bir iktidar sağlar, geleceğe sağlam temeller aktarmaz. Bütün ülkeleri yenmek işe yarasaydı, Roma İmparatorluğu'ndan Cengiz Han'ın İmparatorluğuna kadar hiç bir devlet yıkılmazdı. Paraya ihtiyacımız yok, sadece ekonominin güzel dengelenmesi gerekiyor. Yapılamaz değil, mesela, EVE Online adlı oyundaki ekonomi yönetimi, dünyanın en başarılı ekonomi deneyi olarak gösteriliyor. Birilerinin hırsı değil, sadece adalet, günümüzdeki tüketim çılgınlığını durdurabilir. Önce hastalığı oluşturup sonrasında ilacını satmak değil, gerçekten tıbbi araştırmalara kaynak ayırmak, günümüzdeki bir çok ölümcül hastalığın tedavisinin bulunmasına yardım edecektir. Sadece savaşlara ve bu savaşlarda kullanılan ilaçlara ayrılan parayı kanser araştırmasına ayırsaydık, en fazla 10 yıl içinde kanser tedavisi bulunurdu. Petrol ve benzeri fosil yakıtlar için harcanan emek, yapılan savaşlar, lobi faaliyetleri ve çevre felaketleri bir kenara bırakılıp, nükleer füzyon gibi enerji kaynakları geliştirilseydi, Güneş Sistemi'ni kolonileştirmeye başlamıştık. 50 yıl önce Ay'a gidildi, uzay macerası öyle kaldı.

İşte bu yüzden seviyorum Uzay Yolu'nu. Sadece teknolojisi değil, felsefesi de günümüzde uygulanabilir. Sadece biraz cesaret ve birlik gerekiyor.

11 Temmuz 2013 Perşembe

İntikam Demokrasisi

Mevcut AKP hükümeti, iktidara gelmeden önce de, geldikten sonra da ağzından "İleri Demokrasi" tabirini düşürmedi. Ülke olarak, yıllardır demokrasinin geri haline bile razı iken "ileri" olanı bir çok kişinin ilgisini çekti; bir çok sazan da yedi.

İktidar, güçtür. Güç insanı baştan çıkarır. Güç, insana, içip içip eski sevgiliye mesaj atmak gibi, normalde yapmayacağı şeyleri yaptırır. Güç, intikam dürtüsünü ateşler. Güç, kıllanmaya sebep olur.

İktidara geldiklerinde, cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer idi. Sağlam bir şekilde Köşk'te oturup, noterlikten ziyade, gelen yasaların hukuka uygunluğunu inceler ve ona göre karar verirdi. İkinci kez gelen yasa tasarısını kabul etmesi gerektiğinden, zorunluluktan kabul eder ve hemen arkasından Anayasa Mahkemesi'ne gönderirdi. O zamanlar, Anayasa Mahkemesi'nin başında, hukuk fakültesi mezunu bir başkan vardı. Sonra, hem cumhurbaşkanını hem de Anayasa Mahkemesi başkanını değiştirdiler. Artık yasa çıkarma konusunda sıkıntı olmayacaktı.

Ama yemedi, hukuk sistemi karmaşık ve köklü olduğu için, tek bir mahkeme başkanını değiştirerek bütün işi halledemediler. Hukuk sistemine el atmak lazımdı. 12 Eylül'ün ekmeğini yemeyen bir AKP mi kalacaktı, onlar da "darbeciler yargılansın" yasasının içine üçyüz farklı madde koyarak, "yetmez ama evet"çilerin sayesinde, yüksek yargı organlarına doğrudan hükümetin üye atamasına olanak sağladılar. Çok büyük etkileri oldu bunun, mesela 20 küsür kişinin tecavüzüne uğrayan bir çocuğun "psikolojisinin bozulmadığına" bu amcalar hükmetti. Yargı ne derse o, pardon, şeriatın kestiği parmak acımaz. 

"Yetmez ama evet"çiler. Size çok pis gıcığım.

Bu kadar hızlı gitmeye rağmen, hala korktukları bir yer vardı: ordu. Daha önce, önderleri Adnan Menderes'in, benzer yöntemleri uygulaması ve sonunu bildikleri için, askerden kurtulmaları lazımdı. Askeri yargıyı kaldırarak sivil yargının içine karıştırdılar. Yani, askerleri artık askeri konulardan anlamayan sivil yargıçlar yargılayabilecekti. Sonra, nasıl yaptıklarını çözemedim ama, kuvvet komutanlarının bir anda istifa etmesi ile, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, teammüllere aykırı davranılarak (hülleyi saymıyorum), Jandarma Genel Komutanı, Genelkurmay Başkanı olarak atandı. Artık hükümetin emrinden çıkmayacak bir ordu emir ve görüşlere hazırdı.

Normalde, demokrasilerde, basında bir çok ses bulunur ve en okkalı olanları da hükümeti yeri geldiğinde sert bir şekilde eleştirir. Tabi bu normal demokrasilerde olur. İleri demokrasilerde böyle olmadığını AKP hükümeti sayesinde öğrendik. İleri demokrasilerde önce medya patronlarının vergi kaçırmalarına ve kanunsuz yapılanmalarına izin verilir. Medya azıcık palazlanıp hükümete giydirmeye başladıktan sonra, vergi borcu şantajı kullanılarak patronlar dizginlenir. Cem Uzan'ın bütün mal varlığı bu sayede Türk varlığına armağan oldu, hatırlarsınız. Artık, medya öyle bir yalakalık moduna girdi ki, telekinezi ile yalamayı deneyenler bile var.

Türk Medyası

En son da sivil toplum kuruluşlarına el attı hükümet. Yeni yasaya göre, Türkiye Tabipler Birliği (TBB), Türkiye Mimar ve Mühendisler Odaları Birliği (TMMOB), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) gibi, sivil hayatın en büyük oluşumlarının anayasal hakları ellerinden alınıyor ve bakanlıklara devrediliyor. Yani, artık halk sağlığına aykırı bir hükümet hareketi olursa TBB karşı çıkamayacak. Şehirlerde, haksız rant sağlayacak veya şehirleşmeye aykırı belediye hareketlerinde de TMMOB dava açamayacak. 

Ya da, şu söyleniyor: siz #direngezi gibi hareketlere destek verirseniz, biz de sizin bütün haklarınızı elinizden alır ve sizi dımdızlak ortada bırakırız.

Hala bu hükümetin demokrat olduğunu düşünüyorsanız, lütfen bana da anlatın. İleri demokrasi benim için çok ileri, benim gördüğüm şey sadece intikam demokrasisi.